Evrensel bir çağa girmiş olduğumuz bu döngüde, global
anlamda insanlar adeta ikiye ayrılmış görünmektedirler: İyiler ve kötüler! Buna
Agartha ve Shambhala ya da başka bir deyişle ışık ve karanlık güçlerin karşı
karşıya gelmesi de diyebiliriz.
Dünya, gerek somut gerekse soyut değerler açısından inkâr
edilemez büyük bir değişim içindedir. Yeryüzünde meydana gelen büyük çaplı
depremler, tsunamiler, hortumlar, kasırgalar, volkan patlamaları, yanardağların
harekete geçmesi, dünyanın manyetik alanındaki sapmalar ve bundan dolayı birçok
hayvan türünün topluca telef olması, bozulan ekolojik dengeler, küresel ısınma
ve yedi milyara varan insan nüfusu..
Dünyada izlediğimiz bu somut tezahürlerin yanında bir de
soyut değerlerin çökmesi söz konusudur. Açıkça görülmektedir ki, insanlar gün
geçtikçe artan kin, nefret, öfke, intikam, yok etme, tüketme gibi yakıcı ve yıkıcı
bir enerjinin hükmüne girmişlerdir.
Pekiyi bu noktaya nasıl geldik? …Geldik mi?... Yoksa
getirildik mi?
Bu durumda geçmişi bilmek çok önemlidir. Şimdi tarihte
geriye, Âdem ve Havva’nın ilk yaratıldığı döneme gidelim. Onların bilinçlerini
ilk kim ya da kimler işleyerek şekillendirdi? Acaba bunda, Aden Bahçesi’nde
ortaya çıkan yılanın payı var mıydı?
Tanrılar ve insanların bilinçleri; mitoloji, teoloji,
arkeoloji, sembolizm, ezoterizm içerikli bilimler üzerinden günümüze dek
ulaşmış ve bizlere o günlerin bilinç seviyesi hakkında bilgiler vermektedir.
Yine bu bilgilerden yola çıktığımızda, hemen bütün
kültürlerin mitolojisinin birbirlerine ne kadar çok benzediği de görülmektedir.
Ortak noktalardan en önemlileri; tanrıların göksel olduğu, insanların tanrılardan
korktuğu ve onun sözünden çıkmadıkları, onu yüce ve kutsal görmeleri ve ona
biat ederek tapınma durumlarıdır. İnsan için tanrı yöneticidir; kul ise ona
hizmet etmekle yükümlüdür. Çünkü gönüllü teslimiyet şartı, tanrılar tarafından
ağzımızdan çıkan yeminle akde bağlanmıştır.
Şimdi kendimize şu soruyu soralım: Yaşamımızda aldığımız
kararlar, düşüncelerimiz, anlayışımız, algımız, irademiz gerçekte bize mi
aittirler? Ya da bunların ne kadarı kendimize aittir? Buna dair cevap bilinçli
ve objektif değerlendirip bakabildiğimiz takdirde, canımızın ne kadar yakıldığı
da görülebilecektir.
İşte yüzleri ve bilinçleri dünyaya döndürülen insan kendi
bilincinden uzaklaştırılınca, yönetenlerin bilincinin hükmüne tabi olur.
Yönetenler, toplumu ağırlıklı olarak görsel ve işitsel duyular üzerinden
yönetir. Yazılı ve görsel medya, eğitim ve öğretim modelleri, yönetim
şekilleri, inanç sistemleri, gelenek ve görenekler, radyo, televizyon, sinema,
diziler, moda, edebiyat, sanat, sağlık, eğlence gibi seçenekler üzerinden bir
bilinç oluştururlar.Ve bunları alışkanlığa dönüştürerek doğallaştırırlar. O
nedenle de her zaman çoğunluk olan azınlığı etkileyeceğinden, çoğunluğu
oluşturmak önemlidir. Şayet bunlar arasında sorgulayan bir bilinç var ise,
kategorize edilerek dışlanır. Aidiyet bilinciyle yetiştirilen bir bilinç şekli,
toplumdan dışlanmaktan çekinir ve hatta korku duyar.
İnsan yönetmenin en iyi yöntemi “Korku ve Haz” duyuları
üzerinden bir bilinç oluşturmaktır. Bu cennet ve cehennem arasındaki ilişkiye
benzeyen bir durumdur. O nedenle bize yüklenmek istenen bilinç düzeyi bunun
üzerine oturtulur. Örneğin bir reklam filmi üzerinden konuyu ele alalım. Bu
reklam, konut edindirme projesi üzerine olsun. En iyi plazalarda en konforlu
şekilde ve krallara layık bir yerde yaşayacağınızı gösteren bu reklamı
izlediğinizi düşünün. Bu görüntüler, görsel ve işitsel duyular üzerinden
insanda önce sahiplenme içgüdüsünü tetikler ve beraberinde mutluluk hormonu
salgılatır. Gayr-i ihtiyari bu reklamı izleyen kişi bunlara sahip olabilmek
için olanaklarını gözden geçirir. Şayet alabilecek potansiyeli var ise
imkânlarını biraz daha zorlamayı denemek isteyecektir. Şimdi aynı reklamı
izleyen bir başka kişiyi ele alalım. Bu kişinin, içinde bulunduğu koşullardan
dolayı buna sahip olması söz konusu bile olamasın. Dolayısıyla hayatı boyunca
ne yaparsa yapsın asla sahip olamayacağı sonucuna ulaşır. İçi burkulur, stres
hormonu salgılar, kendini şanssız görür, kadere boyun eğer, belki de derinden
bir öfke duyar. Farklı görünen bu iki durumun ortak noktası ise, dışarıdan
gelen bir uyaranın duyular aracılığıyla duyguları harekete geçirerek
etkilemesidir. İnsanın sahiplenme duyusu hep almak eğiliminde olduğu için, bunu
düzenleyen ve dengeleyen tek unsur gerçekte oluşturabildiğimiz benlik
bilincimiz ve farkındalığımız olacaktır. Kısa bir dönem önce, kültürümüzde de
gösteriş ve özendirmenin yanlış olduğu anlatılırdı. Bu çok önemli bir görgü
kuralıydı. İşte bizim de içinde olduğumuz yaşamı sorgulayarak iyi ve kötüyü,
yanlış ve doğruyu ayırt etme iradesini kullanıp kullanmamak elimizdedir. Şayet,
bize giydirilen kabuk kimliğimizden sıyrılarak öz benliğimizde olan değerlerin
oluşmasına ve yansımasına müsaade edersek, işte o zaman kişilik sahibi,
benlikli biri olma yolunda bir adım atar ve insanlığın da bu bilinç seviyesinden
faydalanmasına aracılık edebiliriz.
Tanrıların bin yıllar öncesi insan için yazdığı kaderi
yaşadığımız günlerdeyiz. Ve bütün bunları biz, bize zerk edilen düşüncelerle
yapmaktayız. Bu düşüncelerin bize ait olduğu yanılgısını ise gerçek
sanmaktayız. Sorgulamadan, akıl süzgecinden geçirmeden, bilgi sahibi olmadan
hareket edip, çoğunlukla da geleneksel ve içgüdüsel yaşamayı tercih etmekteyiz.
Oysa ezoterik öğretiler bize, Yaratıcı’nın bizlere bahşettiği “cüzz-î irade”nin
işletilmesini sürekli öğütleyip hatırlatmaktadırlar.
Sistem zaman zaman nüfus artışını gündeme alarak bunu
özendirici teşviklerde bulunur. Oysa doğa kanunlarına göre üreme, ancak türün
yok olma tehdidi durumunda önemlidir. Halbuki insan türü böyle bir tehdit
altında değildir. Ayrıca önemli olan niceliksel çokluk mu, yoksa nitelikli
olmak mıdır?
İnsan çoğaldıkça kötülükler de çoğaldı!
Yeryüzünde insanlar çoğaldı, hem de bu güne kadar hiç
çoğalmadığı kadar! Tam yedi milyar nüfusa ulaştı. Ve bilim insanlarının
açıklamaları, dünyanın kapasitesinin yedi milyar insandan fazlasını taşıyamayacağı
yönündedir. İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan her şey ve bunun
doğa ile olan uyumu önemli bir ilişkidir. Bu şuna benzer: Bir otobüsün belli
bir koltuk sayısı ve bir taşıma kapasitesi vardır. Bu sayının üstünde yolcuyu
taşıyabilir ancak bundan dolayı olası sakıncalar göz önünde bulundurulduğunda
sağlıklı bir taşıma olup olmayacağı tartışmalıdır.
Bir Zen Ustası der ki; “Sizin size yapılmasını istemediğiniz
bir şeyi size kimse yapamaz.”
Biz, bize yapılanları görmezden gelmişsek, yaşadıklarımızdan
da biz sorumluyuz. Suçlu aramak yerine dönüp kendi içimize ve kendi bilincimize
bakalım. Ve onu sorgulayalım, eleştirelim, yargılayalım ya da ödüllendirelim!
Tanrılar, kendilerine hizmet için yarattıkları “Lulu Amelu”
ve onlara yazdıkları kaderle övünsünler! Ancak insan da kendi cüzz-î iradesi
yoluyla kendi kaderini yazmakla yükümlü olduğunu unutmamalıdır. Ayrıca bu
tekâmülünün de gereğidir.
Aydınlanma hareketi; bilgi, birikim, düşünme, merak, ilgi,
anlama, kavrama, ilişkilendirme, sentez, analiz, tecrübe, uygulama gibi
eylemlerin devamlılığı ile gelişir ve genişler. Bilinç, beden ve ruh
ilişkisinde ayrılmaz bir ikili konumundadır. İçeriden ve dışarıdan gelen tüm
uyarılar doğrultusunda ve bu uyarıları en iyi şekilde değerlendiren beynin
belli merkezlerindeki etkinliğin bütünüdür. Bilincimizin tek bir hareket
merkezi olmamakla birlikte, işletilebildiği oranda devrededir.
İşte içinde bulunduğumuz bu karanlık enerji karşısında pek
çok şey çığırından çıkmıştır. Negatif ve yersel olan bu enerji; acı, keder,
kaygı, korku, stres, huzursuzluk, güvensizlik, tatminsizlik şeklinde her
yanımızdan bizi sarmalamıştır. Bu karanlıktan çıkma sorumluluğu her birimizin
insanlığa borcudur. O halde farkındalıklı bir bilince ilk adım olarak
yaptıklarımızla yetinmek yerine, yapmadıklarımızı yaparak başlayalım. Bilinçli
bir birey olma amacıyla yola çıkan insan, bilinçli toplumları oluşturur.Ve
ancak bilinçli bir toplumda, aydınlanmış bireylerin yaydığı ışık ile karanlık
aydınlanacaktır.
Yazan: N.E.Gülkökü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder