Bölüm 1: Başlangıç
Kendini yeni enerjiye açmak
demek, evinizi yeniden dizayn etmek için bir iç mimara teslim etmek gibidir.
Mimar sizden gelecek talimatı bekler. Siz de hadi dediğiniz anda başlar
ekibiyle çalışmaya. Önce evinizdeki tüm eşyaları çıkarttırır. Her ne varsa. Bu
arada o eşyaların altından unutulmuş neler neler çıkar. Nasıl toz toplanmıştır
altı yumak yumak böyle. Hani normalde kendi evimizi cillop gibi yaparız da
ruhumuzun evlerini temizlemeyiz pek.
Hatta alışkanlıklarımız nedeniyle babaanne
evlerine benzer ruh evlerimiz. Girip gezebilsek onları neredeyse çıldırtıcı
şekilde kendimize ait eşyalar sandığımız şeylerin aslında hep atalarımızdan
kalanlar olduğunu, onlardan miras aldıklarımızı doldurduklarımızla yaşadığımızı
görürdük içlerinde. Mobilyalar dededen gelir, yatak odası takımı anneden,
örtüler perdeler anneanneden, yemek takımları babaanneden, iş eşyaları
babadan... Sizin kendinizin beğenip aldığınız anca birkaç oyuncak vardır belki
de... İşte ruhsal evlerimiz böyledir ve onlara o kadar alışmışızdır ki elbette
ki iç mimar girip ne var ne yok attırırken içimizden parçalar sökülür resmen...
"Ama ama ama o benim
anneannemin perdesi... Bana 'Kızım böyle gezilir mi sere serpe, ne der elalem'
dediği gün takmıştım evime" diye itiraz edersiniz; ama iç mimarla
kontratınızda der ki "Bir kere mimar girdiğinde eve işini bitirmeden
çıkışı olmaz ve mimar tüm evi baştan aşağı değiştirme hakkına sahiptir"
Bunu yapmalıdır çünkü yeni yapacağı tasarıma o perdeler gitmez. Dedenin
"Ağır oturaklı olacak erkek dediğin, ne öyle zıp zıp zıplıyorsun"
koltukları da gitmez yeni tasarıma... Babanın "Öyle oyunla falan geçirecek
zamanın yok, ekmek aslanın ağzında, sürünürsün" diyerek aldığı çalışma
masası da...
Mimar büyük eşyaları çıkarttırır
ve ardından bir bakarsın evin içini olduğu gibi tahtakuruları sarmış,
kemirilmiş ruhunuzun evi. Önce tüm ahşaplar sökülür; hayatını dayandırdığını
sandığın her ne varsa… Sonra da ilaçlama ekibi girer devreye, iyice dezenfekte
eder evinizi... Bu arada bir sürü gizli bölme bulur ekip, oralara neler
tıkılmıştır ailenizden saklamaya çalıştığınız neler. Ne oyuncaklar, ne
resimler, ne anılar. Çok sevmişsinizdir ama korkmuşsunuzdur paylaşmaya... Mimar
onları restore ettirmeye yollar bir arkadaşına; elden geçirilecek, parlatılacak
ve camdan bir pano içinde yerlerini alacaktır onlar yeniden tasarlanmış
evinizde… Fakat siz bunları bilmezsiniz... Ruhunuzun evinize bir girer
bakarsınız ve tuğlaları görünen bir inşaat kalmış geriye. Bir an paniklersiniz
"Ben ne yaptım" diye. Ortaya neyin çıkacağına dair bir fikriniz
yoktur. Etraf felaket durumdadır...
İşte şu anda hemen hepimizin
yaşadığı böyle bir şey... Yeni enerjiyi davet ettik ve mimar evimize daldı. Şu
anda kimimizin evlerinden eşyaları çıkartılıyor, kimimizinki ise tuğlalarına
kadar sökük vaziyette. Planlara bakmak istiyorsunuz ama Mimar "Sen bana
güven, ben seni çok iyi tanıyorum. Ortaya çıkacak evde yaşamaya doyamayacaksın.
Ama planlara karışırsan olmaz, bazı şeyleri henüz algılamayabilirsin. Sen
keyfine bak, her şey harika olacak" diyor...
Tabii şimdi biz de ustalara güven
olmaz inancı vardır. Bırakırsın ustaya evin içine de edebilir deneyimini de
yaşamışızdır da hani bu usta bizim köşedeki kartonpiyerciden biraz farklı.
Özünde evrenleri, galaksileri, gezegenleri yaratmış yaratıcının ruhundan almış. Kendimizi bırakabiliriz rahatlıkla...
Bakalım proje bittiğinde nasıl
ruh evlerimiz olacak... Ben kendiminkini merak ediyorum. Şu anda benimki de
tuğlalarına kadar sökük. Onlar içeride çalışmalarını yaparken ben de dışarıya
çıkartılmış eski eşyalarımı inceliyor ve hangisi bana kimden gelmiş, nasıl
etkileri olmuş onları inceliyorum vedalaşmadan onlarla... Yıllarca kullandım
onları, her ne kadar onları kendim zannetsem de... Vedalaşmadan son bir
teşekkürü hak ediyorlar... Ama onlara yeniden sahip olmaya veya onların başında
da geçirmeye niyetim yok proje devam ederken tüm zamanımı. Görüyor ve teşekkür
ediyorum. Zaten yıllarım onlarla geçti, Mimar Usta diyor ki "Hadi vedalaş
da biraz git denize gir. Senin evin deniz kenarındaymış da fark etmemişsin
bile... Biz işimizi bitirdiğimizde, peyzajcılar girecek bahçene, sonra da
belediye... Hep birlikte sadece evini değil, yaşadığın çevreyi de elden
geçireceğiz. Bugüne kadar çağırmamıştın bizi hiç ama zamanı geldi. Hadi bakalım
biz işimize, sen de denize..."
Bölüm 2: Aşkın Odası
...İçmimar'la ruhumun evini
dolaşmaya çıktık. Bana teker teker odalarımı gezdiriyordu. Yeni enerji bu, öyle
birazını yapalım da bırakalım usulü çalışmıyor mimarlar. Ne var ne yoksa
hepsini değiştiriyorlar. Hayatımın ve ruhumun her odasına teker teker
girildiğini hissediyorum. Önce eşyalar boşaltılıyor ve sonra odayı tuğlalarına
kadar söküyorlar...
Mimarla gezintiye çıkmıştık
evimin içinde ve kapalı kapalı bir odaya geldik. Henüz el atılmamıştı buraya.
Şaşırdım. Evin diğer birçok odası tuğla haline gelmişken burası neden halen
dokunulmamıştı. "Her şey adım adım ve zamanla ve de sırasıyla. Biliyorsun
önce odaya seni sokuyor ve gösteriyoruz içerisini. Onu nasıl döşediğini, nasıl
tozlandığını etrafın ve senin orada nasıl hissettiğini. Ondan sonra sıra bize
geliyor. Ve karşındaki odaya girmeye pek cesaret edememiştin daha önce ama hadi
bakalım sıra geldi buraya, burası senin ilişkiler odan, daha doğrusu aşklarının
odası..." Bir an içim cızz etti bunu söylediğinde... Ne acayip bir tezat
değil mi, aşk odası ve bana çağrıştırdığı neşe, mutluluk, güzellikler değil;
acı oluyor...
Mimar kapıyı açtı ve içeri
girdik. Perdesizdi bu oda. Koca koca pencereleri vardı fakat hani içerisi uzun
süre bakılmamış bir yazlıkçı evi gibiydi. Hani böyle koltuklar tozlanmasın diye
çarşaflar atılır ya üzerine ve o çarşaflar toz içindedir. Etraf düzensizdir ve
sert bir güneş ışığı vurur perdesiz pencereden içeriye doğru. Etrafta bir sürü
üzerleri tozlu albüm de cabası...
Mimar gülümsedi: "En azından
perdeler açık. Girdiğimiz birçok evde perdeler koyu ve sıkı sıkıya kapalıdır;
içeride ne var göremezsin bile..." Sonra albümlerden birisini eline aldı
ve oda içindeki merdivene oturdu. Odanın içinde biraz daha yukarıda kalan bölüm
vardı ve üç basamaklı bir merdivenle yüksek kota çıkılıyordu.
"Bitirdiğimizde bu yükselti çok güzel ve hatta seksi koltuklara sırt
olacak. Ayrıca odan çok dar. Burayı iyice genişleteceğiz. Diyeceksin ama nasıl?
O kısmını bize bırak. Belediye planı değil bu evler, ruhun planı ve istediğimiz
gibi büyütebiliriz. Ayrıca bir duvar tamamen pencereden oluşacak, deniz
manzarasını doya doya izlemeni istiyorum, içeriye davet ettiğinle birlikte.
Kendini rahat hissetmen için de kenara dekoratif modern perdeler koyacağım.
Aslında hiç kapatmak istemeyeceğini biliyorum bu manzarayı ama en azından
güvende hissettirir seni..." Sonra albümü karıştırmaya başladı. "Hmm,
güzel kızmış bu. Kaç yaşındaydın onunla bu albümü doldururken..." 23 diye
yanıtladım. "Güzel fotoğraflar ve güzel anılar. Peki sana neyi
hissettiriyor bu albüm?" diye sordu: Bittikten sonra yıllar süren acıyı...
Gülümsedi yine. "Bir oda dolusu irili ufaklı albümün var ve muhtemelen
hemen hepsi sana acıyı çağrıştırıyor tahmin edeyim dur..." Sustum. Absürt
bir durumdu aslında. Onca güzel anı ve paylaşım yaşanmıştı bu odada, ama şimdi
baktığımda sadece acı hissediyordum. Ve neden bu kadar acıyor bilemiyordum...
Mimar yine gülümsedi ve göz
kırptı. "Merak etme kimse bilmiyor. Ama hadi sana bir ipucu vereyim.
Annenle ve babanla olan ilişkilerine bak. Aslında tüm ikili ilişkilerin
temelinde onlarla olan ilişkiler ve bunlara verdiğiniz tepkiler yatıyor...
Biraz derinden incele." Nasıl yani oldum. Sadece bu mu, bu kadarcık mı?
"Elbetteki hayatına giren kişilerin sana kattıkları birçok şey, ya da
karmik temizlemeler veya türlü türlü hediyeleri var da, senin ilişki esnasında
verdiğin tepkiler ve duygularım dediğin hemen her şeyin altında, özellikle de
annenle olan iletişimin yatıyor. İstersen gözle bak."
Peki bu albümleri ne yapacaksınız
diye sordum. Koltukları, masaları evden çıkartıp yok ettiğiniz gibi bunları da
mı yok edeceksiniz diye sordum. Yine gülümsedi. "Hayır, bunların tozlarını
alacağız, iyice elden geçireceğiz fotoğrafları ve yepyeni albümlere
aktaracağız. Onlar senin anıların, seni sen yapmış ve sana çok şeyler katmış
parçaların. Koltukları atıyoruz, çünkü onlar sana sevdiğin kişilerden yadigar
kalmış eşyalar, senin inanışların haline dönüşmüşler. Onların artık yenilenmesi
şart. Fakat seni sen yapmış parçalarını yok edemezsin." Ama ya acıtıyorsa
deli gibi onları görmek dedim. "Neden acıtıyor onların derinine in ki, en
temelinde yatanı gör ve oradaki duyguyla bir kucaklaş. Duygu gidince geriye
seni gülümsetecek kareler kalacak gör bak..." Ama hani bazıları geçmişi
silip atmak derler ve her şeyi yakarlar ya... "Bu kaçıştır. Geçmişe sünger
çekemezsin. Üzerini örtemezsin. Kaçamazsın. Bunu yaptığını sanırsın ama bu
sefer daha da kaçamayacağın şekilde karşına çıkar o. Onunla kucaklaşırsın
ancak. Sana söylemesi gerekeni fısıldar kulağına... İşte o zaman zaten canını
yakan enerji vedalaşır seninle. Tıpkı iltihap yapmış bir yaraya pansuman yapmak
gibidir bu. Mesajı almak da içerideki dikeni çıkartmak. O diken çıkmadan o yara
iyileşmez, istediğin kadar dışarıdan bezle kapat veya sünger çekmeye çalış
üstüne. Sürekli acır..."
Derken kapalı bir kutuyu aldı
eline. Açma onu sakın açma diye bağırdım. "Hmmm geçmiş yaşam travması, hem
de ağır bir şey. İçeride olanı biliyorsun değil mi?" dedi. Halen çok
acıtıyor içimi diye yanıtladım. "Bunu açacağım ve ne varsa birlikte
inceleyeceğiz içerdeki çok canın yansa da, bu muazzam bir hikaye ve bir gün
bunun romanını yazacaksın. Fakat odaya girildiği anda her şeyi didik didik
ederiz ki içeride en ufak olumsuz enerji kırıntısı kalmasın. Çünkü bu odada her
ne varsa içerinin enerjisini etkiler. Belki biraz zaman alacak ama senin bu
odanın önce her yerini elden geçireceğiz ve sonra da yepyeni bir hale
sokacağız. Biliyor musun sonra ne gelecek?" Ben halen o kutunun
içindekinin etkisiyle hafifçe omzumu silktim ve ne dedim... Mimarın gözleri
kalp kalp oldu sanki birden ve "Aşk" dedi. "İnanmıyorsunuz veya
çok yüceltiyorsunuz veya aslında kelimeler arasında kaybolup ondan
kaçıyorsunuz, ama aşk diye bir şey vardır. Hem de öyle ilahi milahi, yüceler
yücesi falan aşktan bahsetmiyorum ben. Kanlı canlı bir insanla yaşayabileceğin
ve yaşadığın dünyaya bambaşka baktıracak müthiş bir şeydir o. Gözlerini
parlatır, bakışlarını melüllaştırır, seni şaşkınlaştırır, elini kolunu nereye
koyacağını bilemez hale getirir ve harika bir şeydir bu. İşte biz bu odayı
hazırlamayı bu yüzden çok seviyoruz mimarlar olarak. İçeride yaşanacak muhteşem
paylaşımları bildiğimiz için..." Bir an bir umut belirdi yüzümde, biraz da
şaşkınlık... Sonra sordum hevesle haliyle, ne kadar sürer burasının
tamamlanması. Hatta ilk buraya el atsanız... Kahkaha attı: "Her şey
zamanla ve adım adım. Ayrıca bunu yaşamak için illa ki oda şart değil. Çık
dışarı bahçeye veye git deniz kenarına... Kimbilir belki orada bulacaksın.
ŞİMDİlik orada yaşa biz içerisini hazırlarken, sonrasında ise istediğin her
zaman ruhunda onu taşıyacak ve sonsuza kadar onunla yaşayacaksın..."
Mimar bir kere daha göz kırptı ve
"Hadi gel bakalım. Daha sana gösterecek nice odam ve anlatacak hikayem
var. Ama biraz dışarı çık şimdi. Dışarıda güneş bir harika. Biz nasılsa
buradayız ve çalışıyoruz. Sen keyfini çıkart güzel havanın..." diyerek
sırtımı sıvazladı. Son kez uzun zamandır kapalı kalmış odama baktım ve kapıyı
kapatıp çıktım bir daha ki gelişimde içerisinin harika olacağını bilerek...
Bölüm 3: Eskiyle Helalleşmek
…Kafam çok karışıktı. Yanıtlara
ihtiyacım vardı, fakat bir türlü bulamıyordum; daha doğrusu anlayamıyordum.
Yeniyi seçmiştik, evet! Kendimizi evrenin kucağına doğru bırakmıştık da ipsiz
yapılan bungee jumping misali, buna da evet! Fakat neden eski bizi bir türlü
bırakmıyordu? Daha doğrusu neden verdiğimiz kararın doğru olup olmadığını
sorgulayan deneyimler yaşıyorduk? İşinde artık hiç çalışmak istemeyen bir
arkadaşım yakınıyordu geçen, “ben belirtmeme rağmen istifamı, bir türlü
gidemiyorum. Patronum beni bırakmıyor ve ayrılışımı sürekli uzatıyor. Ne
yapacağımı bilmiyorum, acaba kalsa mıydım?”, bir diğeri ise yıllarca büyüttüğü
bir kurumu devretmeye hazırlanırken son anda aksilik çıkmış ve bir anda tatili
ve değişimi hayal ederken, her şey yine üzerine kalmıştı. Sorguluyordu
kendisini “acaba birden keskin geçiş yapmak mı doğru yoksa hani burası da kalsın,
diğer hayallerimi de gerçekleştireyim mi bir yandan o mu doğru?” şeklinde arada
kalıyordu. Aslında yeniye atlayan hemen herkes benzer ikilemler içinde
kalmıştı. Bir yanda son derece mantıklı görünen seçenekler, ama diğer yanda
uğruna kendini boşluğa bıraktığı yeni bir yaşam… Neden bu süreci yaşıyorduk, bu
süreç bize neyi anlatmaya çalışıyordu…
“Helalleştin mi eskiyle?” diye
sordu içmimar gülümseyerek. Şaşırdım. “Şaşırma, sadece mesajları almak yeterli
değil, eskiyle de helalleşmen gerek, işte ancak o zaman tam anlamıyla yeninin
içine dalabileceksin…” Soru soran gözlerle bakıyordum ve o devam etti… “Şimdi
sizlerin eski diyerek vedalaşmaya çalıştıklarınız, bir zamanların yeni ve hatta
ulaşılmaz görünen hayalleriydi. Ve sizler o hayalleri gerçeğe dönüştürdünüz ve
yaşamaya başladınız. Bir zamanlar siz onları hayal ettiğiniz için onların sizin
hayatınızda var olduğu gerçeği zamanla da silinmeye başladı belleğinizden.
Süreçlerinizi tamamlamaya başlamıştınız çünkü. Artık sadece ağırlığı vardı
üzerinizde. Şöyle düşün, yanında zıp zıp zıplayan küçük kızını omzuna alırsın
ve yürümeye başlarsın. Babasının omuzlarında olduğu için çok mutludur o kız ve
sen de çok mutlusundur. Fakat ilerlemeye devam ettikçe ağır gelmeye başlar
kızın, malum yerçekimi diye bir kavram var. Onu omzundan indirmen gerektiğini
nasıl söylersin ona? Sertçe ‘ağır geldin artık’ diyerek mi indirirsin. Yoksa
‘Hadi bakalım şimdi de elele yürüme vakti, babanın omuzları da ağrıdı biraz
hem, şimdi hoooop diye ineceksin aşağıya’ deyip gönlünü kazanarak mı? İkisi de
seçimdir, fakat ilk seçimin o ana kadar ki tüm güzellikleri silebilir. Kızını
da üzersin. Fakat diğer seçiminde bir kalp vardır ve işte bu kalp, kızının hep
içinde olacaktır. Daha nice oyunlar oynamak isteyecektir seninle o; ama diğer
türlüsünde kalp kırıklığı olacağı için zamanla senden uzaklaşır. İşte
hayallerinizin de pek bundan farkı yoktur. Sırtınıza çıkmış küçük kız çocukları
gibidir onlar. Artık ağır geldiklerinde, tatlı bir öpücükle onları indirirsen;
yeni hayaller de seve seve gelip sırtına çıkacaktır ve oynayacaktır seninle.
Ama hayallerinin kalbini kırarsan, yenileri bu konuda isteksiz olur… Mesela
sen, bir zamanlar bu gezegene gelmek istiyordun ve deneyimlerin için özel bir
anneye ihtiyacın vardı. Ruhken bunu hayal ettin ve tam de istediğin oldu. Sana
arzu ettiğin gelişimi sağlayacak bir anne buldun ve o da tam istediklerini
yaptı. Yapmalıydı çünkü bu satırları yazabilmen için o süreçten geçmen
gerekiyordu. Şimdi bilinçaltındaki o anneden kurtulmaya çalışıyorsun. Ama bir
yandan da öfkelisin, kızgınsın, sertsin. Yumuşak davranıyor görünmeye
çalışıyorsun, ama onunla helalleşmiyorsun. Sana kattıkları için teşekkür
etmiyorsun, sadece sözsel olarak bazı cümleleri tekrarlıyorsun ama yüreğin
halen kızgın. Yeniyi getirmek istiyorsan hayatına, eskiyle vedalaşmayacaksın.
Helalleşeceksin.”
Peki ya eski bizimle helalleşmeyi
reddediyorsa diye bir soru geldi aklıma. Yine gülümsedi: “Sen yüreğinde o
teşekkürü hissediyorsan, emin ol o da seninle helalleşir. Fakat problem şu ki,
sizler vedalaşmayı ve helalleşmeyi bilmiyorsunuz. Başlamasını biliyorsunuz
gayet iyi de vedalaşma ile ilgili sıkıntılarınız var. Mesela birisine aşık
oluyorsunuz, onunla yıllarınızı geçiriyorsunuz birlikte ve tabii ilişki de size
sayısız deneyim getiriyor. Derken bittiğinde söylediğiniz şeyler ‘Değerimi
bilemedi’den başlayıp ‘Siktirsin gitsin orospu’ya uzanan sözler olmuyor mu?
Canınız acıyor ve siz çözümü acınızla yüzleşmek yerine savunmalarda
buluyorsunuz. Gel bak sana ne göstereceğim…” Beni evimde bir odaya götürdü.
Kapısı yarı aralıktı ama hani rahatça açılmıyordu da bir türlü. “Burası senin
kırgınlık depon. Yüzleşemediğin acılardan ötürü kırıp attığın ne varsa içine
doldurmuşsun bunun kiler misali, açılması bile çok zor. Hani sen yarı
aralamışsın, bazılarında bu kapı hiç açılmaz; kırmak zorunda kalırız içeri
girmek için… Gel bak içeriye…” Yarı aralık kapıdan içeri girdim ama hareket
edecek bir yer yoktu. İçeride çok ağır bir koku vardı. “Burada her ne varsa
toptan çöpe atmamızı isterdin biliyorum. Fakat bunlar da senin hayallerin,
deneyimlerin ve enerjin. Parmak ağır iltihaplıysa onu kesmek midir çözüm halen
bir ihtimal de kurtarılma ihtimali varsa. Kes gitsin dersin ama o parmak
olmadan sürdürürsün hayatını ve o iltihabı yaratan durum halen seninledir;
zaman içinde başka iltihaplar da yaşarsın büyük ihtimalle. İşte biz bu odayı da
temizleyeceğiz, fakat senin yardımına ihtiyacımız var. Helalleşmeyi dilemen
bizim için çok önemlidir, çünkü senin enerjini kullanabileceğimiz anlamına
gelir. Aletlerimizin çalışabilmesi için enerji lazım malum. Elinde dünyanın en
iyi matkabı olsa da ucuna takılacak bir priz bulmamız gerekir. Ve eğer sen bu
enerjiyi bize sağlayamazsan, şalteri açamazsan; biz de çalışmalarımızı
sürdüremeyiz… Bu yüzden şalteri açmanı bekliyoruz…”
Şalteri açtığımda ne kadar sürede
halledersiniz diye bir soru geldi aklıma ve mimar kahkahayı bastı: “Bayılıyorum
sizin bu her şeyi akışına bırakmışım rolünü oynamanıza. Bıraktım diyorsunuz ama
sürekli hadi hadi bitmedi mi diye başımızda bitiyorsunuz. Bizim de çalışmamıza
engel oluyorsunuz. Yazlığınıza mutfak yaptırmıyorsunuz ki yeni bir hayat inşa
ediliyor size. Sizin enerjinizle, sizin hayallerinizle ve sizin emeğinizle
aslında… Bunu tamamen siz istediğiniz için. Evet bir an önce geçip yeni evime
oturayım istiyorsunuz da bunun için önce eskiyle kucaklaşacaksınız. Mesela gel
sana bir şey daha göstereceğim…” Bir odama daha girdik. İçeride işçiler vardı
ama odada müdahale edilmişliğe dair bir işaret yoktu, boş odada sadece koyu
kırmızı renk eski bir koltuk mevcuttu. Mimar eline balyoz aldı ve tüm gücüyle
vurdu duvara. Ben şaşkınlıkla bakarken, “Bak işte duvarda tek bir çizik bile
yok. Çünkü bu odadaki eskiyle henüz kucaklaşmadın ve biz ne yaparsak yapalım bu
odada hiçbir yeri yıkamıyoruz, yeniyi inşa etmek için…” Sonra “gel benimle
dışarı” dedi. Çıktık ve işçiler içerideki koltuğu dışarı çıkardılar. Gözden
uzaklaştıktan sonra mimar bana “Hazır mısın?”
diye sordu ve kapıyı kapatıp, açtı. Koltuk aynen yerinde duruyordu.
“Gördüğün üzere gitmiyor, yok olmuyor, buharlaşmıyor… Her şey yerli yerinde
duruyor. Aletlerimiz bir işe de yaramıyor. Çünkü halen çok sertsin ve bu
odadaki eskinle helalleşemiyorsun. Bu yüzden de ne bu koltuk gidiyor, ne de oda
değişiyor.” dedi. Merak ettim burası benim ne odam diye. “Odanın ne odası
olduğu çok önemli değil. Sonuçta bu durumu tüm evinde yaşıyoruz. Fakat madem
merak ediyorsun söyleyeyim. Burası senin Varoluşunu hissediş odan. Evet ve
bomboş, sadece tek bir koltuktan oluşuyor. O da çok kullanılmışlıktan değil,
yılların yorgunluğu ile eski püskü hale gelmiş. Bu odayla ilgili harika
planlarımız var. İçinden çıkmak istemeyeceğin bir yaşam alanı yapacağız sana,
senin de hayallerin doğrultusunda. Ama önce bir bu odaya bu kadar az girmene
neden olan duygularınla bir helalleş, sonrasında da biz sana burasını hazır
edelim. Ne kadar zamanda mı? Ne kadar zaman gerekiyorsa, o kadar zamanda… Acele
etmene, kasılmana, paniklemene, süreci kontrol etmeye çalışmana, hemen diye
dırdırlanmana gerek yok. Biz işimizi iyi ve tam da olması gerektiği zamanda
yaparız. Sen rahatına bak…”
Bana bir göz kırptı mimar ve
“Hadi biz çalışmaya sen de bize yardımcı olmaya. Tekrar görüşeceğiz.” dedikten
sonra dudaklarında neşeli bir şarkı eşliğinde koridorun ucunda gözden kayboldu…
Bense daldım düşüncelere… Neleri göremiyor ve helalleşemiyordum acaba…
Bölüm 4: Evrendeki En Büyük Gücün
Sırrı
…Evimde inşaat son hızla devam
ediyordu. Bazı odalar tuğlalarına kadar sökülmüştü, bazıları ise henüz
açılmamıştı bile. İçmimarı gördüm biraz ileride, işçilere talimatlar veriyordu.
Beni farkedince bekle geliyorum işareti yaptı. Sonra da elinde iki kupa kahve
belirdi birden. Nereden çıktıklarını anlamamıştım. Yanıma geldi ve gülümseyerek
göz kırptı, “kahve kupası numarası, her zaman favorilerimdendir. Hem
içebiliyorsun da…” Kupayı elime aldım, kahve gerçekten enfes kokuyordu ve tadı
da enfesti. “Eh, farklı bir boyuttayız o kadarcık da ufak sihir oyunlarımız
olsun değil mi? Hem hadi gel seninle biraz yürüyelim. Ne zamandır aklını
kurcalayan bir konu olduğunu biliyorum, biraz oraları irdeleyelim ha, ne dersin?”
İrkilerek yüzüne baktım. Kahkahayı patlattı, “Bayılıyorum şu yüzündeki ürkek
ifadeye, dünyaları değiştirebilirsin ama yüzündeki o yavru kuş ifadesi bir
türlü gitmiyor, değil mi?” Dalga geçmesene yahu, hani sen benim içmimar
görünümlü yüksekbenliğimsin, böyle eğlenir mi yüksekbenlikler aşağılarda kalmış
gariban benlikleriyle. Napalım işte, ben de böyleyim, bak ağlarım ha! diye
yanıtladım. Bir daha kahkaha patlattı, sonra yüzüne anlayışlı bir gülümseme
geldi. “Hmm, gariban benlik ha. Sevdim bu ifadeyi. Peki o zaman sana bir şey
sormama izin ver. Neden kendini böyle tanımlıyorsun?” Başım hafiften öne
eğildi, yürümek istemiyordum artık, hatta ağlamaya hazırdım, derken damlalar
gelmeye başladı gözlerimden… Öyle işte ne bileyim, öyle yüksek müksek olamam
ben, garibanım, hatta… Kelimeler boğazımda düğümleniyordu… Konuşamaz oldum,
ağlamaya başladım. “Seviyorsun bunu değil mi, kurban rolünü…” Yaa bırak yaa,
diye bağırdım. Ötelerden cak cak konuşması kolay tabii, gelin de yaşayın bizim
yerimize dünyada. Oh paşalar gibi yüksekbenlik yüksekbenlik geziyorsunuz
oralarda. Bizim burada ağzımıza sıçılıyor, bir de geçmiş tepemize seviyorsunuz
kurban rolünü diye konuşuyorsunuz ötelerden berilerden. Gel de sen oyna o
zaman, ben yüksekbenlik mi içmimar mı neysen işte o olayım. Herkesin diyecek
bir şeyi var, aman o öyle yapılır mı, bu böyle edilir mi, öyle düşünülür mü,
böyle davranılır mı, yok öyle, yok böyle. Yiyorsa gelsenize buralara… Artık
hepten patlamıştı gözyaşlarım, durmak bilmiyordu. Kahve kupasını fırlatmış ve
çimlere kapanmış ağlıyordum. Eğilip dokunsa, kaldırmaya çalışsa
sinirlenecektim, tepki gösterecektim; ama tık yoktu. Hafifçe kafayı çevirdim ve
baktım. Hiç istifini bozmadan kahvesini içiyordu. “Bitti mi drama saati… Yok
bitmediyse bir de sigara yakacağım.” Yahu sen ne anlamaz, ne katı, ne acayip
bir yüksekbenliksin; bir de üstüne sigara tellendiriyor, şaka gibi. Gelip adama
bir sarılayım yok da ohh yani keyif harika. “Yeterince izledim ben bu sahneyi,
artık hani filmin başka bölümüne geçsek diyorum. Ben de tam seninle bu konuyu
konuşmak istiyordum aslında. Ne dersin başlayalım mı?” Gözümdeki yaşları sildim
huysuz çocuklar gibi, ama küsmüştüm ben işte. Niye ilgilenmedi ki benle. Fakat
hiç kımıldamıyordu bile yerinden, gözlerindeki şefkatli ışık olmasa onun
yüksekbenlik olduğuna inanmayacaktım bile. Derken elinde bir kupa kahve daha
belirdi. “Hadi bakalım, biraz dilbilgisi çalışacağız, hazır ol.” Ayağa kalktım
ve kahveyi aldım. Dilbilgisi mi? Okuldayken en nefret ettiğim dersti, sonradan
dergi editörü olunca mecburen oturdum üzerine çalıştım da hani ne alaka diye
söylendim bir anda. Kahvesinden bir yudum aldı. “Kopi Luwak. Dünyanın en pahalı
kahvesi bu. Gerçi Balililer bilmiyorlar bunu pişirmesini, geçen sene
gittiğimizde görmüştük. Bir daha gittiğimizde Türk Kahvesi usulünü öğret
onlara. Dünyanın en özel kahvesini vermiş evren adamlara, pişirmesini
bilmiyorlar. Bu arada az sonra hayatın sırrını ve evrendeki en büyük gücü
öğreneceksin ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” dedi ve kupasından
bir yudum aldı. Ağzımın bir an açık olduğunu fark ettim ve elimle kapattım…
*****
"Ayşe beni seviyor, o zaman
çok mutluyum cümlesindeki özne kimdir bakalım?” diye sordu içmimar görünümlü
yüksekbenliğim bana. Bir an durdum ve Ayşe dedim. “Peki cümlenin nesnesi yani
öznenin yaptığı eylemden etkilenen kim?” Ben diye yanıtladım. “Burada bir
gariplik yok mu sence?” diye sordu. Anlamamış halde baktım gözlerine. “Bu senin
hayatının bir cümlesi değil mi? Sen 36 senelik hayatını bu ve benzer cümlelerle
kurmadın mı?” diye sözlerine devam etti. Evet de nesi anormal anlamadım diye
sordum. “Kendi hayatının öznesi değil, nesnesi olmanın nesi normal, gariban
benliğim” diye göz attı. Nasıl yani diye hemen savunma moduna geçtim. Benim
hayatımın öznesi benim, tüm eylemleri ben yapıyorum ya işte, sen ne
saçmalıyorsun diye bir de üstüne lafı çakıverdim. “Az önce kendin söylemedin mi
özneyi, nesneyi…” Ama cümleyi sen kurdun. O cümlenin öznesi ve nesnesiydi bu,
benim hayatımın öyle olduğunu kim söyleyebilir ki diye itiraz ettim. Sakin
sakin baktı yüzüme ve “Sence?” deyip kahvesinden bir yudum daha aldı. “Bir de
üzerine şartlanma var. Ayşe seni sevmezse, sıçtın kısaca…” bir yudum daha aldı,
“Param varsa güçlü olurum. Başarılı olursam, beni severler. Uslu durursam,
kabul ederler. Sen babanın oğluysan böyle davranmalısın. Piyango çıkarsa
herşeyim olur… Daha sayısız cümle kurabilirim. Kimisinde nesne olursun,
kimisinde sözde veya gizli özne… Hele de dikkat edersen, cümlelerin çoğu dilek
şart kipinde. Çoğunda bir eğer yapısı var. İşte sana senin hayatın…” Eeee, yani
hayatın sırrı nerede burada şeklinde halen anlamamış biçimde sordum. Bana
evrenin en büyük gücünü göstereceğini söyledin, nereye varacaksın merak
ediyorum dedim. “Ne zaman hayatının gerçek öznesi olursun; ne zaman hayatını
başkalarından aldığın cümlelerle kurmaz da, kendi cümlelerini yazmaya
başlarsın; işte o zaman evrenin tüm gücü seninle olur.” Son derece sakin sakin
bakıyordum yüzüne, ‘her şey içinizde’ye mi bağlayacaksın yoksa gidişi, yapma be
şeklinde hayıflandım. “Ukalalık da diz boyu maşallah, garibanız diyorsun ama
laflar beş beş. Her şey içinizde dalgasını geçiyorsun da sen neredesin şu anda
bakalım?” diyerek bir kere daha göz kırptı, sonra devam etti. “Hayatının öznesi
BEN de yatar. Cümlelerini bir defa dilek şart kipinden çıkart. Mesela ‘Ben
mutluyum ve Ben Ayşe’ye aşığım’ şeklinde kur. Burada artık hayatının öznesi
sensin. Mutlu olmak için kimseye ihtiyacın yok ve aşk ve mutluluk senden
kaynaklanıyor. Çünkü artık sen dışarıdan gelecek güneş ışınlarına muhtaç
değilsin, sen kendi hayatının güneşinin ta kendisisin. Mutluluk da, aşk da,
zenginlik de, huzur da, yaratıcılık da, dinginlik de, sıcaklık da… her ne varsa
SEN’den kaynaklanır. İşte bunun için de BEN olmalısın. Bu da öyle çok da zor
bir şey değildir. Hayatını kurduğun cümleleri değiştirmen yeterlidir. BEN
mutluyum. BEN aşığım. BEN huzurluyum. BEN dinginim. BEN zenginim. BEN varlığım.
BEN birim. BEN bütünüm. BEN gücüm… Bunları yaz artık programına ve bil ki
BEN’in yanına eklediğin her ne olursa olsun, onlara da muhtaç değilsin. Çünkü kaldır
o kelimeleri geriye sadece BEN kalır. Tek ve bölünmez bir hece. İşte evrendeki
en büyük güç ve en büyük sır budur. Ne zaman hayatının öznesi, hayatındaki BEN
olursun; işte o zaman tüm hayatını baştan aşağı değiştirirsin…” Şamşırık bir
halde bakıyordum. Ağzım yine açık kalmıştı. Kahve kupası hareketsizdi elimde.
Bu halimi görünce bir kahkaha daha patlattı. “Basitmiş değil mi, ama zaten
aslında her şey çok basittir… Hadi ağzını kapa da gel eve doğru gidelim
birlikte. Evin duvarlarına hangi cümleleri asmayı istediğine karar verelim
birlikte…” BEN kendimi evrenin akışına teslim ediyorum bütünün en yüksek
hayrına, diye mırıldandım bir anda. Gözlerinde bir pırıltı belirdi, “Güzel bir
başlangıç. Zaten seni bir ömür boyu da götürür aslında bu söylediklerin… Bakalım
başka cümleler de yazacaksın. Hatta satırların başkalarını da etkileyecek ve
onlara da kendi yaşam hikayelerini yazmaları konusunda ilham olacaksın.
Seviyorum bu huyunu gariban benliğim, çok çabuk öğreniyorsun…” deyip hızlı
hızlı yürümeye başladı. Ben ise adımlarımı şaşkın şaşkın atmaya devam
ediyordum, inşaat halindeki evime doğru…
Yazar: H.Sonsuz Çeliktaş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder