“Kişi anne sevgisinden uzak kalırsa ya âlim olur ya
zalim.” demişler. Annemizle olan ilişkimizin hayatımızı ve hatta dünyayı nasıl
değiştirdiğini gelin birlikte inceleyelim.
Anneniz sizi,
sadece sizi içeren o çok özel tohumun toprağıdır. Tohum ne kadar güçlü, önemli,
değerli olursa olsun eğer toprağa ekilmezse zaman içinde çürür. Ürüne
dönüşebilmesi ancak toprağa kavuşmasıyla olasılık kazanır.
Anne sudur. Anne besindir. Anne kazançtır. Anne yaşamdır.
Baba suyu sağlayandır. Baba besini getirendir. Baba
kazancı taşıyandır. Baba yaşamın yoludur.
Çocuk daha döllenme anında bu durumu bizzat
deneyimleyerek öğrenir. Yaşamının ilk aylarını suda, besinde, kazançta ve
yaşamda geçirerek anne ile yaşam boyu kopmayacak, kopamayacak bir bağ
geliştirir. Ona bağlı adeta bağımlıdır.
Baba o tohumu o toprağa tam da o anda ekmese o çocuk
olamaz. Çocuğun yaşam potansiyeline ulaşması babasına bağlıdır. Bir kez tohum
toprağa düştü mü başlayan yaşamda babanın rolü uzunca bir süre için çocuğun
algı kapasitesinin dışında kalır. Onu görmeden, kendisi için yaptıklarına şahit
olmadan, elinden su içip başı okşanmadan babanın önemini kavrayamaz. İçsel
olarak bilir ancak bilinç düzeyinde kavrayamaz.
Anne daha ilk andan başlayarak kendisine ait ne varsa
çocuğun hizmetine sunar. Kendi aç kalsa da çocuk onun kaynaklarını tüketir
mesela. Annenin dişi bebeğin kemiğine kalsiyum, eti hücresine protein olur,
çocuk beslenir anne sürünür, çocuk ille de anneden alır, anne ille de çocuğa
verir.
Çocuk doğduğu anda anne bedeninden dışarıya doğru macenta
renkli bir ışık küresi çıkar, bebeği koynuna aldığında bu küre ikisini birden
sarmalar ve iki titreşimsel sistemi birbirine bağlar. O anda, anne ile çocuk
arasında ömür boyu kopmayan bir bağ oluşur.
Çocuk özellikle 0-2 yaş arasında her gereksinme
duyduğunda annesini yanında ister. Uyandığında ağlar, annesi gelir. Acıktığında
ağlar, annesi besler. Üzüldüğünde ağlar, annesi öper, okşar, sever, teselli
eder.
İki yaşından sonra bebek adım adım bireysellik kazanmaya
başlar. Anne ile kopmayan bağına rağmen ona bağımlılık düzeyinde sarılmaktan
artık uzaklaşabilmektedir. Kendi kimliği, kişiliği ortaya çıkmaya başlar,
bireysel kararlar almakla tanışır.
İster erkek olsun ister kız, bebeğin bu ilk iki yıllık
döneminde annenin ölmesi, bebeği terk etmesi, evlatlık vermesi hatta hatta
mücbir bir sebeple de olsa 15 günden fazla bir süre uzaklaşması bebeğin “erken
dönem yönelim kesintisi” olarak adlandırılan zihinsel bir duruma düşmesine
sebep olur.
Bebek kendini çaresiz, korumasız, sevgisiz bulmuştur.
Anne yoksa o da yoktur sanki. Ağlar, üzülür, kıvranır, umarsızca hırpalar
kendisini annesi gelsin diye, nafile annesi gelmez, belki de gelemez. Çocuk
daha yeni yeni alışmaya başladığı dünya üzerinde en büyük dayanağının
olmadığını, sırtının havada kaldığını fark ettikçe kuşkuları endişeye,
endişeleri korkuya, korkusu umutsuzluğa doğru değişim gösterir.
Sonunda henüz yeterince mantığı gelişmemiş bebek zihniyle
annem bile beni terk etti, ben kimseye güvenemem” demeye başlar. Yaşamla ilgili
tüm bildiği “yaşamın güvenilmez olduğu” tümcesine sıkışmıştır artık.
Özellikle erkekler “erken dönem yönelim kesintisi”
deneyiminden hırpalanarak çıkarlar. Ataerkil dünya düzeni onlardan güçlü
olmalarını beklemektedir. Aile kurmak, eşlerinin ve çocuklarının güvenliğinden,
beslenmesinden, barınmasından ve tüm diğer dünyevi ihtiyaçlarının
sağlanmasından kendileri sorumludur.
Eş ve baba olduğunda, “ne garip benim yaslanabileceğim
bir ağaç dalı bile yok ancak ben kendi köklerim üzerinde bütün bu insanlara
dayanak olmalıyım” der belki de kendine.
İçin için kendisini terk eden annesini arar. Ona kendini göstermek,
başarısını, annesinin onu terk etmesine rağmen hayata devam edebilmesini,
güçlenmesini, yükselmesini, Adem oluşunu annesinin görmesini ve takdir etmesini
umar içten içe.
Adem’in Meyvesi
Adem ismi açıkça Tevrat’tan, Eski Ahit’teki yaratılış
öyküsünden gelir. Adama sözcüğü İbranice’de “toprak” anlamına gelir. “Topraktan
gelen” anlamına bizzat Yaratıcı Kaynak tarafından ona bu isim konulmuştur.
Âdem yaşamı boyunca topraktan gelenle beslenerek güç
kazanır. Yasak meyveyi yediği o güne dek ve ondan sonra hep topraktan geleni
yiyerek beslenir. Yasak meyveyi tatmadan önce yiyeceği için düşünmek, emek
harcamak zorunda değildir. Toprak onu kendiliğinden besler. Ne gerekirse verir.
Tıpkı anne karnındaki bebeğin hamilelik süresinde ve hatta ondan sonraki ilk
yıllarında olduğu gibi. Toprak rahimdir. Doğurgan ve besleyendir.
Sonra meyveyi yer, iyiliği kötülüğü bilme ağacının yasak
meyvesi onun gözlerini açar, farkındalık kazanır ve ilk olarak çıplaklığının
ayırtında olur. Meyveyi yemek için üretmesi gerektiğini fark eder. Meyve almak
çabadır. Meyve almak emektir. Meyve almak özen ve adanmışlık ister. Meyve almak
biraz da can acıtır. Rahimden çıkan bebeğin havadaki oksijeni almak için özel
çaba göstermesi gerektiğini poposuna yiyeceği şaplakla fark etmesi gibi.
Yaratıcı Kaynak durumu fark eder. Adem’e “madem biliş
halini seçtin, bundan sonra elinin emeğinden yiyeceksin” der. Adem cennetten
kovulmuştur. Bebek de atası gibi yapar. Anne karnından çıkıp büyüdükçe eli
kaşık tutabilecek kadar da bilinçlenir. Annesi bir yandan onu beslemeye devam
ederken öte yandan kendini beslemeyi de öğretmeye başlar.
Sonunda Âdem avlanmayı, çift sürmeyi, hayvan beslemeyi
öğrenir. Çocukları olur, aynısını onlara da öğretir. Tıpkı bebeğin önce kaşığı
tutmayı sonra o kaşıkla kendini beslemeyi ve uzun yıllar sonunda çocuklarına
kaşık tutmayı öğretmesi gibi.
Eski Ahit’e göre Âdem 930 yıl yaşar ve pek çok deneyim
yaşar. Bir sürü çocuğu olur, her birine başka bilgilerini aktarır. Öğrendikçe
aktarmaktadır. Yalnızca biliş haline geçince yaşayabileceği sayısız deneyimle
karşılaşır yolunda. Âdem 930 yıllık yaşamı boyunca tıpkı hayat yolu gibi
davranır. Çocuklarına kendi doğru bildiklerini aktarırken onları yargılamamaya
özen gösterir.
Başarının Sonunda…
Hayat yolu kendine has bir içeriğe sahiptir. Herkes için
aynı biçimde kıvrılıp uzar gider. İyi ve kötü, akıllı ve aptal, güzel ve
çirkin, dürüst ve hilebaz, şerefli ve namussuz, var olan her türlü varlık yaşam
yolunda kendine ait bir alana sahiptir. Biz o yolda yürüdükçe onlarla
karşılaşır dururuz. Karşılaştığımız bu olgularla ne yapacağımıza da kendimiz
karar veririz. Yol bize ve seçimlerimize karışmaz. Seçimimiz ne yönde olursa
olsun bizi yargılamaz.
Karar verirken köklerimizden gelen enerjiyi referans
alırız genellikle. Kişi köklerinden gelen enerjiyle ilk olarak anne karnında
tanıştığından mıdır yoksa tanışmasına ve içlerindeki acıyı, kederi, üzüntüyü,
yas duygusunu, kararsızlığı, kötülüğü, cesaretsizliği, umutsuzluğu, sancıyı,
ağrıyı ve hatta hayatta korkutucu diye adlandırdığımız her şeyi anne karnında
tanıyıp anne kucağındayken bile onlardan korunduğu için midir bilinmez yaşam
boyunca oraya sığınmak ister.
Tıpkı Âdem’in içinden çıktığı toprağı daha güzel ve
verimli kılarak mutlu etmeye çalışması gibi, özellikle erkek olan insan da
daima annesini mutlu etmeye çabalar. Annesi erken ölmüşse, onu terk etmişse ya
da başka bir şekilde erken dönem yönelim kesintisine sebep olmuşsa çaresizlik
hisseder. Bu duygu her yanını sardığında annesine kendini kanıtlamak adına
başarı, güç ve yükseliş kazanmaya çaba gösterir. Genellikle bunları başarır,
elde eder, en yüksek noktaya geldiğinde, en önemli kazanca elini uzattığında
her şey yok oluverir. Kazandığı her şeyi yaşarken ve yaşlılığa yakın bir
zamanda kaybedenler, orta yaşlarda tam da en verimli ve kazançlı oldukları
zamanda ağır hastalıklarla, ayrılıklarla, keder ve yas duygularıyla tanışanlar
ve hatta tamamen yaşamdan ayrılanlardan söz ediyorum.
Hz. Musa’nın Arayışı
Mesela Hz. Musa öyküsüne bakalım hep birlikte. Musa’nın
atası Yusuf bilinen öyküsüyle, anavatanı olan topraklardan ayrı kalır. Rahim
ondan çok uzakta olunca çaresiz kalan Yusuf kendi eliyle, emeğiyle hayatını
kazanmalıdır. Bilgeliğini kullanır ve Mısır’da kendisi ve zürriyeti için
imtiyaz kazanır.
Mısır’da imtiyazlı olan Yahudi ırkı zaman içinde pek çok
özel haklarını kaybeder. Aslında Tevrat’a göre, bugünkü anlamda köle dediğimiz
bir duruma düşer. Her nedense (Kuran’a göre Musa için özel planlar yapmış olan
Yaratıcı Kaynak böyle karar vermiştir)
dönemin firavunu mezalim duygusunu tatmin etmek için Yahudi ırkını kurban
seçmiştir. Mısır’da doğan tüm Yahudi erkek çocukların öldürülmesini emreder
hikâyeye göre.
Bütün bunların olduğu dönemde Musa’ya hamile olan annesi
“erkek çocuğum olursa öldürecekler” endişesi taşımaktadır. Ne yapacağını
düşünürken “bebeğini Nil Nehri’ne salması, yaşamının garantide olacağından
endişe duymaması” vahyedilir kendisine. Anlaşılan anne çok imanlıdır ve
denilene göre yapar. Sonrasında çocuk firavunun kızı tarafından bulunur ve
evlat edinilir.
Kur’an Musa’nın evlat edinildikten sonra kimseden süt
almayı kabul etmediğini söylüyor. Buna göre, her yöne haber salınır, ülkenin
pek çok yerinden pek çok kadın prense sütannesi olmak için başvurur. Bebeğin öz
annesi de bu denemeye katılır ve sonunda sarayda kendi öz oğlu için sütanne
olarak görevlendirilir.
Musa’nın annesinden ayrılmasından tekrar kavuşmasına
kadar geçen süre ne kadardır bilinmez. Anlaşılan o ki Musa’nın “erken dönem
yönelim kesintisi” zihinsel durumunu geliştirmesine yetecek kadar bir süredir.
Daha sonra (bazı kaynaklara göre Osiris Rahibi eğitimi de
alan) Musa adil bir Mısır Prensi olarak başlar yetişkin yaşamına. Yaşadığı topraklarda
mutludur. Dirlik düzenlikten sorumlu hisseder kendini. Bir gün Mısır asıllı bir
kişi ile bir Yahudi arasında çıkan tartışmayı ayırmaya gayret ederken Mısır
asıllı kişinin ölümüne sebep olur. Hakkında ölüm fermanı çıktığını görünce
ülkeden ayrılmak zorunda kalır.
Spiritüel açıdan ülke de tıpkı toprak gibi, dişi enerji
ilkesiyle, anneyle ilişkilendirilir. Yani Yusuf’un soyu, bu kez Musa kimliğiyle
bir kez daha hem öz annesinden hem onu evlat edinen prenses annesinden hem de
“anavatan” dediği Mısır’dan ayrılır.
Erken dönem yönelim kesintisine uğramış her erkek gibi o
da hem anne dediklerinden tekrar ayrılmak zorunda kalmış hem de annesini
aramaya aralıksız devam etmiştir. Tek adımda üç annesinden ayrılmak nasıl
hissettirmiştir kim bilir…
Gittiği yerde Tsipora ile tanışır. Onu ve kız
kardeşlerini oradaki çobanların tacizinden koruduğu bir deneyimin ortasında
bulur kendini. O adil bir prens olarak yetişmiştir ve daima zayıf olanın
yanında yer alıp onu koruması gerektiği öğretilmiştir kendisine. Bu adil ve
cesur tavrıyla, kızların babalarının da gönlünü ve güvenini kazanmıştır.
Tsipora’yı ister ve evlenirler.
Bence yeni ülkesi Musa’nın bakış açısında asla “anavatan”
konumuna ulaşamamıştır. Yani öz annesinin temsilcisi olamamıştır. Bu yeni, bir
anlamda protez vatanı olsa olsa onu evlat edinen prenses annesini temsil
edebilmiştir. Bu çok olağan çünkü Musa’nın o topraklardan desteklenebilen
kökleri yoktur o toprakların içinde. Orası başka insanların ana karnıdır…
Zaman geçer dönemin firavunu ölür. Musa eşi ve
diğerlerini de yanına alarak “anavatan” olarak gördüğü Mısır’a döner. Musa
saraya değil, Tevrat’a göre tüm imtiyazlarını kaybedip iyice köle konumuna
düştükleri belirtilen asıl halkının yanına gelir. Kardeşleriyle buluşur ve
ailesiyle birlikte onların yanına yerleşir.
Bir zaman sonra Yaratıcı Kaynak onunla bağlantıya geçer.
Acaba annesini ararken o mu talep etmiştir bu bağlantıyı? Burasını bilemeyiz.
Yaratıcı Kaynak’la olan bağlantıda kendisine “ana halkını” o topraklardan
çıkarıp “süt ve bal” ülkesine götürme görevi verilir.
Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf’un zürriyetinin
kendi anavatanına, o zürriyeti dünyaya getiren rahme dönme zamanları gelmiştir.
Onlara annesiz kaldığı için içlerindeki acı ve özlemi gerçekten anlayabilen,
kavrayabilen bir önder tayin etmiştir Yaratıcı Kaynak.
Annesiz büyümese belki o da anavatan özlemi çeken ve bunu
hiç fark etmeyen halkının diğer bireyleri gibi firavunun malı olacaktı. O da
diğerleri gibi “kölelik açlıktan ölmeye yeğlenecek bir haldir, iyidir” diyecek,
vuslat başka bir bahara kalacaktı.
Erkek Annesini Ararken…
Musa bilinçdışında annesini aradığını bilse de bilincinde
bunun farkında olduğunu hiç sanmıyorum. Yine de annesine yönelik arayışında çok
önemli bir kimlik kazanmış, mutsuzlukla başlayan öyküsü çok anlamlı bir göreve
dönüşmüştü.
Öykünün devamına bakınca, annesine yönelik ve farkındalık
dışındaki kırgınlığı hiç bitemedi gibi görünüyor. Belki de kırk yılı çölde
geçen büyük bir deneyimler senaryosu yaşarken de tek istediği annesine kendini
kanıtlamaktı. Kanıtlayacak ve için için “bak sen beni terk etmeseydin benim
başarılarımla gurur duyabilecektin” diyecekti.
Musa aslında kanıtladı kendini annesine ve Tevrat’taki
öyküye göre annesi de gördü bunu. Ancak kanıtlasa da annesinin onu ne sebeple
olursa olsun terk etmesine kızgınlığından hiç vazgeçemedi. Annesine yüreğinde
saygı ve sevgi dolu bir yer veremedi. Bu nedenle yine farkında olamadan,
kendine çok kızdı. Kızgınlığından dolayı hem kendini hem annesini cezalandırma
gereği duydu.
Bütün adalet duygusuna rağmen, çöldeki deneyimler
süresince “vaat edilen topraklara” girmesini engelleyecek adaletsiz edimlerde
bulundu. Sonunda Yaratıcı Kaynak’ın “oraya gideceksin, orayı göreceksin ve
içeri giremeyeceksin” demesine sebep oldu.
Halkı oraya taşıdı, “işte mirasınız, alın sizindir” dedi ve halktan
ayrıldı. Eski Ahit’e göre, bu andan sonra kendisine ne olduğu bilinmiyor.
Kur’an da ise Hz. Muhammed’in Miraç’ta kendisini gördüğü ve hatta dış görünüşü
ile bilgi bile verdiği yazılı.
Benim anladığım kadarıyla Musa anasız büyümenin içindeki
pozitif amaca ulaştı aslında. Âlim oldu. Öyle bir âlim ki bütün bir halkı,
inançsızlıkları, güvensizlikleri ve hatta nankörlüklerine rağmen gönüldeşlik ve
sevgi ile bağrına basabildi. Her türlü zorluğa karşın gücü yeten herkesi
Yusuf’un yani atalarının anavatanına geri götürdü. Yol boyunca onları eğitti,
onlara öğütler verdi ve içlerinde dirlik olmasına elinden gelen tüm desteği
koşulsuzca sağladı.
Musa ileriki yıllarda annesinin onu neden terk ettiğini
öğrendi elbette. Onun bilinçaltına başka bir kayıt girmişti bir kere. Belki de
o kayıt zaten atası Yusuf’tan dolayı vardı da annesinin hareketiyle açığa çıkıp
içerdiği tüm pozitif amacı ona yüklemişti.
Âlim olması böyle olasılık kazandı. Ancak ilmi başkasına yararken kendi
için pek çalışmadı. Kişinin kendine nesnel davranması çok zordur zaten.
Sonuç olarak Musa kendisini terk eden annesine kırgın,
hatta kızgındı. Aynı enerjinin diğer ucunda ise kendine yönelik “kim bilir ne
yaptım ki annem bile beni terk etti” suçlaması olma ihtimali de çok yüksek.
İşte bu yüzden vaat edilen topraklara, Yusuf’un ana rahmine halkını getirdi ve
kendisi o rahme girmeyip dışarıda kaldı. Annesizlikten doğan öfkesi ve üzüntüsü
onu başkaları için bir âlim kendisi için bir zalim haline getirmişti.
Buda’nın Üzüntüsü
Bert Hellinger hâlihazırda dünyadaki iki buçuk milyar
insanı kısmen ya da tamamen ve mutlaka olumlu yönde etkileyen Buda için:
“ -Annesi doğumda ölen üzgün bir çocuktu, yaşamı boyunca
annesinin üzüntüsünü bastırmaya veya annesine ulaşarak içini yıkamaya uğraştı
ve bu durumdan ortaya muazzam bir yaşam felsefesi çıkarmayı başardı” diyor.
Benim baktığım yerden gördüklerimle ona katılmamak elde değil. Ayrıca bu
yazının düşüncemdeki temelini de onun bu sözleri oluşturdu. Kendisine bir kez
daha teşekkür ediyorum.
Buda da tıpkı Musa gibi kendi halkına ve hatta tüm
insanlığa yönelik bir âlim olmayı başarmıştı. Kendi hayatında ise karısını ve
çocuğunu terk etmiş, onları kedere boğarak bir anlamda zulmetmişti öz ailesine.
Ayrıca Yüce Yaratan onu seçmiş ve bolluk bereket içinde her şeye sahip bir
prens olarak dünyaya göndermişti. Buda prensliğini ve ona ait tüm bolluğu
bırakıp yaşamını tefekküre vermişti. Kendisine bağışladığı her şeyi reddederek
dolaylı olarak isyan ettiği Yaratan’ı meditasyonda arayarak kendine karşı da
haince davrandığının farkında bile değildi.
Yaratıcı enerji de dişildir ve tabii anayla ilgilidir.
Buda kendi yaratıcı enerjisiyle ancak annesini ararken tanışabilmişti. Acısını
o yaratıcılıkla yoğurup büyük bir armağana dönüştürdü. Sonra o armağanı dünya
anaya bağışladı. Muhtemelen annesinin onun doğumunda ölmesinden kaynaklanan
suçluluk duygusuyla ona tahsis edilen armağanları ise hiç almadı, alamadı.
Zalim Hitler’in Alim Orduları
Adolf Hitler de annesiz büyüdü. Annesi vardı, yanındaydı
ancak zalim babası ve yaşam içinde kaybettiği dört çocuğun acısı ile oğluna
hiçbir şey verecek durumda değildi. Mutsuz bir kadındı. Zalim kocası hayatta
kalabilen iki çocuğundan birinin isteklerine karşı çıkıyor, dövüp zulmediyordu.
Onun elindense hiçbir şey gelmiyordu.
Adolf okulda başarılı bir çocuk oldu hep. Ressam olmak
istedi, babası izin vermedi, anlaşılan annesi de bu isteğini çok desteklemedi
ki, hiçbir zaman bu izni alamadı. Öyküye göre babasının ölümünden sonra
akademiye başvurdu ancak resimleri iyi bulunmadığı için kabul edilmedi.
Bugünkü bakış açımı kullanarak, konuyla biraz derinden
ilgilenince Küçük Adolf’ün yaşamı boyunca boyunca hem annesini mutlu etmek hem
annesine kendisini kanıtlamak için uğraştığını anlıyorum. O onca cinayetin,
zulmün, acının mimarı olan büyümemiş, büyümediği için iyiyi kötüyü ayırt
edememiş bir çocuk olarak sürdürdü bence yaşamını. Ona göre bütün o zulümden
etkilenenler bir çocuk tarafından kuyruğuna kutu bağlanan, bıyıkları kesilip
seyrinden keyif alınan bir kediden ibaretti belki de.
Yaşamdaki adımları hep yükseliş yönünde oldu Hitler’in.
Orduda ve Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi’ndeki görevlerinde hep çok
başarılı oldu. Annesini mutlu etmeye bu kadarı yetmeyince n(ya da o öyle
sandığında) anavatan dediği toprakları kendisi gibi olmayanlardan arındırmaya
adadı yaşamını. Önce sözel olarak başladı eylemine. Arınma gerektiğini söyleyip
insanları ikna edecek kadar âlim oldu sonunda. İkna ettikçe büyüdü. Belki de
başlangıçta aklına bile gelmeyen sayıda yandaşa ulaştı.
Avusturya doğumlu olmasına rağmen, onun anavatan adını
verdiği yer, Almanya onun için ana rahminin dış dünyadaki büyük bir
temsilcisiydi. Orada, o ana rahminde arı olmayan bir şey bırakmamaya karar
verdi ve diğerlerini de buna ikna etti. Büyük bir kıyıma başladı. Ana rahminde
kendi kanından olmayan ne varsa dışarı fırlatıyordu. Onun anasının rahmini
kirletmelerinin bir bedeli olmalıydı ve bu yüzden sayısız işkence metodu
kullandı diğerlerine karşı.
Yandaşları yeterince çoğalınca, ana rahmi yerine koyduğu
anavatan topraklarının büyümesi gerektiğine inandırdı kendini. Başka ülkelerden
ya da buradaki anlamıyla başka insanların ana rahimlerinden kendisi ve
yandaşları için alan kapmaya gayret etti. Savaş açtı, yaktı, yıktı, işkence
etti ve arındırmak için bildiği ve yeni keşfettiği yolları hiç sıkılmadan
kullandı.
Küçücük bir çocuğun annesini mutlu etmek için ortaya
koyduğu naif oyun dünya tarihinin en büyük zulüm öyküsüne döndü sonunda.
Kuşkusuz bunları başarmak için çok çalıştı, çok okudu, çok öğrendi ve o da bir
zalim-âlim oldu kendi yolunda.
Onun deneyimindeki pozitif amaç neydi diye çok sordum kendime.
Bir gün aniden bir ışık yandı bilincimde. Soykırımın bütün yönleri ve
sonuçlarıyla tanışmayı sağladı onun durumu. Böyle bir eylemin içeriği ve
insanlığa neler ettiği, tüm dünya tarafından net olarak kavrandı ve büyük bir
uzlaşı ile bir daha olmasın denilerek, uzak durulmaya karar alındı. Zalim
Hitler, eylemleriyle âlim orduların yaratılmasını tetikledi. Ordular artık
“savaşmak için değil, barışı korumak için varız” felsefesiyle mevcudiyetlerini
sürdürüyorlar. Bu bir bilinç değişikliğidir.
Ordusuz Bir Dünya için…
Dilerim bir gün ordusuz bir dünya yaratma kararı da
alabiliriz insanlık olarak. Ama ben bu niyetimi sadece bir umut olarak içimde
tutup olanı izlemektense, etkin bir içsel arınma yoluyla destekleme kararı
aldım. Benim etkinliğim herkese yüreğimde birer yer verip hiç olmazsa orada hep
özlemini duydukları rahmi deneyimlemelerine olanak sağlamak.
Ordusuz bir dünya ilk benim aklıma gelmedi elbette.
Örneğin Kosta Rica 60 yıldan biraz fazla bir süreden beri tamamen ordusuz
yaşıyor. Ben ise bu örneğin çoğalmasını, günü geldiğinde tüm dünyanın ordusuz
ve silahsız bir yaşama geçiş yapmasını umut ediyorum.
Böylesi bir arzunun gerçekleşebilmesi her şeyden önce
askerlik, savaş, silahlar, silahların sağladığı ekonomik büyüme konusunda yeni
bir içsel eğitim ve arınma gerektiğinin ayırtındayım. “Dışarısı içerinin bir
aynasından ibarettir” diyor kadim bilgiler. Bu durumda öncelikle kendi içimdeki
ordu ve orduyla uzak yakın bağlantılı her titreşimi arındırmam gerekli. Büyük
küçük, ülkeme, atalarıma ya da tanımadığım bir ülkedeki her hangi bir orduya
ait her türlü savaş düşünce ve anısını sevgiyle dönüştürmem şart.
Savaşın acısını silip sevgi ile ışık haline getirmem,
“zarar görürüm” endişemi silip “paylaşım destekleyicidir, BİRLİK getirir”
düşüncesiyle değiştirmem gerekli, bunu biliyorum. Bu konuda sürekli çalışma
yapıyorum, arınıyorum, diğerlerinin arınmalarına naçizane destek sağlıyorum.
İşin aslında her birey diğerlerine sadece ayna
olabildiğine göre, tek bir insan bile bu konuda % 100 arınsa savaş ve ilgili
tüm titreşimlerin kısa bir zamanda ışığa dönüşeceğinden de eminim.
Kendimi arındırmak için, sürekli olarak, Ho’oponopono ve
ZSG Derin Dengeleme Felsefeleri’nin karışımıyla oluşturduğum bir olumlama
kullanıyorum.
Öncelikle:
“- Her türlü savaşa % 100 EVET, içimdeki ve dışımdaki tüm
savaşlara izinliyim ve ben daima barış içinde yaşamayı seçiyorum” diyorum.
Sonrasında:
“-Bugüne dek zihnimde canlı tuttuğum, bana atalarıma ve
tüm insanlığa ait, kazanılan, kaybedilen tüm savaşlarla ilgili anılar, sizi bugüne
dek zihnimde benimle yaşamaya zorladığım için özür diliyorum, lütfen beni
bağışlayın, teşekkür ediyorum, sizi seviyorum” diyerek olumlamamı tamamlıyorum.
Enerjin dönüşmeye başladığını hissettiğimde kısa bir
imgeleme yaparak etkinin güçlenmesini ve dönüşümün hızlanmasını sağlamaya
gayret ediyorum. İmgelememde Yaratıcı kaynak’ın saf altın ışıklarının dünyayı
aynı anda her yandan sarıp sarmaladığını hayal ediyorum (bazen hiçbir şey
göremem ancak olduğunu düşünürüm ve bilirim ki “enerji düşünceyi izler yasası”
gereği, bunu düşündüğüm anda gerçekleşir).
Tüm dünyanın bu ışıkla sarmalandığını fark ettikten sonra
aynı ışığın hızla dünyanın içine nüfuz edip magma tabakasına doğru ilerlediğini
düşünürüm. Bütün bunlar olurken:
“- Yaratıcı Kaynak’ın saf ışığından içimde ve dışımda
bana ait olan savaşla ilgili ne varsa yıkayıp arındırmasını ve bir daha başka
hiçbir şeyle yer değiştirmeyecek biçimde hücre boşluklarımda kalmasını
diliyorum” diyerek arınmaya ve dönüşüp dönüştürmeye devam ediyorum.
Bence işe yarıyor. Her gün çevremdeki insanların daha
fazla diğerini kabul ettiğini görüyorum ve çalışmamın işe yaradığını böylece
anlıyorum. Bana yardım etmek, çalışmayı hızlandırmak ve dünyada barışın
olabilecek en kısa zamanda ordusuz bir şekilde yerleşmesine destek vermek
isterseniz yukarıda yazdığım (bilinçaltını yeniden programlama çalışmasını)
aynen ya da kendi yönteminize göre uygulayın.
Son olarak annesini arayan savaşçı erkekleri de
onurlandırabileceğiniz:
“- Annesiz büyüyen ve ancak savaşarak ayakta kalabilirim
diyen bütün insanlar, hepinizi şimdi görüyorum. Her birinizin kaderini bütün
varlığımla onurlandırıyorum. Sizi bugüne dek zihnimde tuttuğum için özür
diliyorum. Lütfen beni bağışlayın, teşekkür ediyorum, sizi seviyorum”
Ho’oponopono olumlama tümcesinden yararlanarak dünyada kalıcı barışın
kurulmasına katkılarınızı pekiştirebilirsiniz.
Kendi adıma:
“- Bütün annesiz büyüyen başarılı erkekleri zihnimde
canlı tutan anılar sizi şimdi görüyorum ve varlığınızı onurlandırıyorum. Bu
yazıyı yazmaya ancak sizin zihnimdeki varlığınızı koruyarak ulaşabilirdim.
Bunca zaman zihnimde bir anı olarak benimle kalmayı kabul ettiğiniz için size
çok teşekkür ediyorum. Şimdi sizin de ışığa dönüşme ve özgürleşme zamanınız
geldi. Sizleri bu zamana kadar serbest bırakamadığım için özür diliyorum ve
sevgiyle ışığa dönüştürüyorum. Lütfen kendi içinizdeki ışığın açığa çıkmasına
izin verin, ışığa katılın, ışıkta kalın. Teşekkür ediyorum, sizi seviyorum”
Diyorum ve yazımı sevgi ve ışıkla noktalıyorum.
Kaynak: derki
Yazar:Zeynep Alan Sevil Güven
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder