EĞITIM-SEANS-WORKSHOP-FARKINDALIK SOHBETLER-SEMINERLER

Tüm çalışmalar Antalya Liman ve Lara bölgesinde ayriyeten Manavgat’ta yapılmaktadır. Keyifli döşenmiş ve sıcak ortamda deneyimli eğitmen ve terapistlerle beraber sizi aşağıdaki hizmetleri vermekteyiz: * REİKİ * Ezoterik Şifa* Innerspeak*yaşam Koçluğu*Tekrar Bağlantı* Theta Healing* Nefes koçluk ve özel seanslar* Mor Alev-Silver Violet Flame * 3.göz psişik güçlendirme *7 çakra kaynağı *Altın üçgen *Angel Light*Başmelek Mikail Enerjisi*Başmelek Cebrail enerjisi*Bolluk Bereket Reikisi *Büyük merkezi güneş uyumlaması *Derin şifa reikisi*DNA Şifası Reikisi *Dove güçlendirme *Eterik Kordon akımlarını güçlendirme *Full Spectrum Healing *Gümüş Mor Alev *Imara Reiki*Karmik ilişkileri aydınlatıcı reiki *Lighterian melek bağlantıları *Meleklerin Renkleri *Neptün gezegeni*Prana *Psişik korunma alevi *Rakama Reiki*Şans Reikisi *Takyon

8 Mart 2015 Pazar

CİNSELLİK, ŞİFACILIK VE PARA


 Sabah uyanıyorum ve gözlerimi tam olarak açabildiğim ilk anda: “Yüce Yaratan öncelikle bugün bana vermeyi reddettiğin şeyler için sana teşekkür ediyorum. Hamt OL’sun. Sen vermeyi uygun görmemişsen vardır bir hayır benden de gelen gönülden rızadır” diye günlük duama başlıyorum.

İkinci adımda o gün için istediklerimİ, beklediklerimi dille getiriyorum. Bunları OL’sun diye niyazda bulunarak dile getirmek yerine “Yüce Yaratan bugün sağlığımı, bereketimi, anlayışımı, sevgimi, huzurumu ve güvenimi % 100 de tutmama izin verdiğin ve bunu sağladığın için sana hamd OL’sun” tarzında istediklerimin zaten orada olduklarını bilen, iman eden parçamla birlikte ortaya koyuyorum.
Üçüncü adımda “Var OL’AN her şeye % 100 EVET, her şeye izinliyim” deyip EVET ağına kendi ışığımı bir kez daha gönderiyorum ve son olarak da herkesin en büyük derslerinden ikisi olan cinsellikle paraya sıra geliyor. Bu ikisi için “dünyadaki tüm cinsellik yaşam modellerini, paraları ve kendi cinselliğimle paramı onurlandırıyorum” diyerek basit ve –bence çok- etkili sabah ibadetimi tamamlıyorum.
Parayla olan ilişkimi düzeltebilmem yıllarımı aldı benim. Son olarak yaklaşık 1,5 ay önce Inner Speak Eğitimi ikinci aşamasının son gününde bana yapılan uygulama çalışmasında “artık maddi sorun kalmadı” mesajı aldığımda fark ettim ki bütün iyi niyetim, bilgim, inancım ve onurlandırma kapasiteme rağmen hala bir yanım yoksulluktan korkuyor ya da yoksulluğa yöneliyor. En azından o güne dek öyleymiş…
Cinsel kısım hala çözüm bekliyor.
Para ve cinsellik üzerine kim bilir kaç âlim, kim bilir kaç senden beri, ne söylemlerde bulundular, ne açıklamalar yaptılar ve ne kadar çok onurlandırdılar da içimizdeki paradan korkan, parayı kirli, zenginliği kötülere/sömürgenlere ilişkin bulan, para kazananı bir yandan kıskanırken öte yandan da yargılayan, dışlayan tarafımızı tam olarak iyileştiremediler.
Kimimiz “bana nereden gelecek” diyerek, bir diğerimiz “para hayır işinde kullanılmayacaksa neye yarar” önermesini sürdürerek, başka birimiz “bize verilen paranın hangi yoldan kazanıldığına bakmak lazım, kursağımıza haram sokmamalıyız” inancını vurgulayarak bu konuda kendimizi derste, sınavda tutmaya devam ettik.
Özellikle sağlık harcamaları söz konusu olduğunda para kavramıyla olan ilişkimiz kavga seviyesine varacak tartışmalara sebep oluyor. Hekimlerin ve hastanelerin, ilaç şirketlerinin, tıbbi araç gereç üretenlerin/satanların aldıkları paralar sürekli başka sektörlerde çalışan diğerlerinin kıskançlıklarına ve tepkilerine maruz kalmakta.

İlahiyat ve enerji şifası ile uğraşan kişiler ise para vermek istemeyenlerin, verenlere bozulan, kırılan hatta öfkelenenlerin hedef tahtası konumundalar.

Adam İlahiyat Fakültesine gitmiş, camiye imam olmuş, sıra, bayram, cenaze namazı kıldırıyor ve maaşını da devlet ödüyor. Güzel, hak ettiğini, en azından devletin bu konuya ayırdığı bütçedeki payını alıyor. Çoğu zaman lojman verilen bu insanlar küçük yerlerde yaşıyorlarsa o parayla gerçekten geçinme şansına sahipler. Tabii geçinmeyi sadece beslenmek ve ayıp örtecek kadar giyinmek anlamında kullanıyorsak…

İmamın çocuğu özel okul kazanırsa, burs veren birini bulamadığı durumda orada okuyamaz örneğin. Babasının yıllık maaşı ancak okulun yıllık ödemesi kadarken adam çocuğunu hele hele birden fazla varsa nasıl orada okutacak ki?

Bulunulan yerin eşrafından biri gelir imamı eve duaya davet eder. Sofralar kurulmuş, şerbetler dağıtılmaktadır. İmam gün içinde görevini yerine getirmiş, çalışması gereken saatler kadar çalışmış ve akşam eşine, çocuklarına ayıracağı, dinleneceği özel zamanını eşraftan Eşref efendinin dualı davetine yine de ayırmıştır. Kazara “gelirim de ücreti ne olacak bu hizmetin” dese yanar, kül olur, dışlanır, yuhalanır ve “bu işler Allah Rızası için yapılır, elimizde olandan veririz elbet bir şeyler ama rakam söylemek olmaz” sözleriyle yargılanır. İş bitiminde Eşref Efendi’nin insafına göre eline bir şeyler verilirse de gelecek toplantıya yandaki kasabanın imamı çağrılır.

İmam ilk, orta ve liseden sonra bir de üniversiteye gitmiş, yaşamının en az 16 yılını eğitimine ayırmış ve meslek olarak imamlık seçmiştir. Madem imam olmuştur Allah Rızası için yaşamak, çoluk çocuğunu devlet okulunda okutup devlet hastanesinde tedavi ettirmelidir. O insan değil, imamdır…

Bir de adına spritüel dedikleri için dinsel, tinsel, semavi olan ne varsa onlarla birlikte adlarının anılması gerektiği sanılan şifacılar var. Onların durumu imamlardan da beter. Devletin onların yaptığı işle ilgili bir kabulü, dolayısıyla kadrosu da yok. Kendi yaşamlarını bir iş yaparak kazanmak, barınma, beslenme, örtünme ve başka ne varsa yaşamlarını sürdürmek için gerekli olan bu yaptıkları işten kazandıkları parayla yapmak zorundalar. Çocukları o paradan okuyacak, varsa yaşlı anne babaları o paradan desteklenecek…

Şifacıların bazıları doğuştan şifacıdır. Yani bu gruptakiler psişik yetenek sahibidirler ve onların bu yeteneği başkalarına sağlık katkısı olarak işlev görür. Bazıları ise şifacılık için eğitim alırlar. Bu eğitimler için batı dünyasında kurulmuş devlet okulları olmadığından kendi eğitimlerini kendileri finanse etmek, özel kurslar, bu alanda hizmet veren az sayıda ve çok pahalı özel üniversitelere gitmek ya da bu işlerin yaygınca uygulandığı Uzakdoğu ülkelerinde uzun zaman geçirerek eğitimlerini tamamlamak durumundadırlar.

Şifayla destekleyen kişi ister doğuştan yetenekli olsun ister sonradan eğitim almış olsun kendi zamanını ayırır diğeri için. Gerçekten destekleyecekse, tam bir uygulama yapacaksa diğerine ayıracağı süre her kişi için en az 1 saattir. Ortalama bir şifa seansı 1,5 saatten aşağı değildir genelde.

Şifacı örneğin Reiki gibi “sadece kanallık ediyorum, yorulmuyorum” dediği bir yolla kişiye destek sağlayabilir. Bunun için, kişinin danıştığı her bir konu için en az 4 seans uygulamak durumundadır. Konunun bilinçaltı kayıtlarının temizlenmesi her biri 1,5 saat kadar süren 4 seanstan daha azında arınamaz.

Başka bir şifacıdan söz edelim. Daha önemli ve derin konularda çalışsın, daha çok bilgiyle yaklaşmak zorunda olduğu karmaşık ve uzun zaman gerektiren bir yöntem seçsin. O da en az 4 seans uygulama yapacaktır. Kısacası şifayı veren, ister kolay ister zor bir yöntemi kullanmayı yeğlesin var olan bir gerçek vardır ve o hiç değişmez. Şifacı kendisine ayırabileceği en az 6 saati bir başkasına destek vermek için ayırmaktadır. Ayrıca çoğu zaman kendi yaşamsal enerjisini destekleyen böbreklerindeki depoyu boşaltmakta, kendine ait öz ışığı başkasına sunmakta ve belki de ömrünü kısaltmaktadır.

Bu işin nasıl yapıldığını bilmeyenler ahkam keserler. “Şifa yoktur” dese kabuldür, onurlandırılır ve Ortodoks tıbbına yönlendirilir. Zor olanlar şifanın varlığını kabul edenlerdir. Kabul ederler etmesine de, bu işin öğrenilmesi, öğrenildiğinde ustalaşılması, ustalaşıldığında yeni yollar yöntemler geliştirmek için ne kadar emek harcandığını bu işe girmeden kimse bilemez.

Bilemez bilmesine de, insanların imamlara, şifacılara çok değer verdiği, yaşam ucuz ve kolay olduğu için onların tüm gereksinmeleri karşıladığı dönemlerden kalma bir alışkanlıkla olduğunu bilmeden konuşur. Kötü, kırıcı, aşağılayıcı konuşur.

“Spiritüel şifacı para almamalıdır, Allah rızası için yapmalıdır, ben böyle düşünüyorum” der mesela. Bir başkası çıkar ve “para alıyorsa o şifacı değil tüccardır” deyiverir. Diğer bir söylemi seçeni, “şifacılar lüks hayat yaşamak için insan kazıklayanlardır” demekten hiç çekinmez.

Alabildiğine alaycı, olabildiğince acımasız ve yargıcıdırlar bunları dile getiren, yazıya döken insanlar. Para alan şifacılara, yüksek ücret talep eden hekimlere, hastane ve benzeri kurumlara, hatta varlığını sürdürmek için evden çıkamayan hastalara gelip iğne yapmak, altlarını temizlemek gibi sağlıklı kalabilmeleri için olmazsa olmaz ve kendilerinin asla yapamayacağı işleri yapıp birkaç lira talep eden hemşirelere, hastabakıcılara bile her ortamda laf atar, içlerini rahatlatırlar.

Aslında bu konuda daha önce de defalarca yazıp çizdim, para almayanlara “siz kendinizi kim sanıyorsunuz da para almayı reddediyorsunuz” diye bile sordum. Bu kısmına da geleceğim az sonra ancak önce bu yazıyı yazmama sebep olan durumdan söz edeyim birazJ. Bir de o durumun ortaya çıkmasına sebep olan ilk haberin kendimce yorumlarından…

Bir haftadır Bodrum’da evimdeyim ve dinleniyorum. Bizim dinlenmeden kastımız öyle ayak çatıp oturmaktan biraz farklı elbette. Kah kitap okuma kah nette bilgi araştırma ve hatta ara sıra birkaç satır da yazma eylemini ben dinlenme olarak adlandırıyorum. Ne de olsa kendi mesleğimle ilgili bir şey yapmıyorum ve o konuda enerji tüketmiyorum ya! (Mesleği yazmak olanlar alınmasın, bu işin ne kadar zor olduğunu ve aldıkları her kuruşu hak ettiklerini biliyorum. Benimki meslek değil de amatör yazıcılık işte, o yüzden dinlenirken yazıyorum dedim.)

Baktım sevgili genel yayın yönetmenimiz Hasan “Sonsuz” Çeliktaş’ın Facebook sayfasında birkaç satır yazı var. Başlangıç tümcesindeki ikinci sözcük Siriüs olunca ilgimi çekti. Okudum ve güldüm.  Aynen aşağıya kopyalıyorum: “-Mesela Siriuslüler, gezegenlerinde mevcut bir hastalığı şifalandırma yeteneğine sahip olsunlar ama parası olmayan Siriüslüleri ölüme terk etsinler. Bir de "Kusura bakmayın, bu hastalığın tedavisi çok pahalı siz en güzeli yardım kampanyası düzenleyin, yoksa hastanın helvasına geliriz" zihniyetinde olsunlar hani. Böyle bir durum Dünya dışında mümkün müdür acep?”

Belliydi ki Hasan yine bir yerlerdeki bir konuya kafayı takmış, kısa bir yorum yapmış ve başı sonu belli olmayan bu yorumu da duvarının tepesine eklemiş. Tabii bunu okuyan bazıları da hemen altına bir cevap yapıştırmış. İşte o spiritüel şifacılara giydiren cinslerden birkaç satır. Acımasız, bilgisiz ve yargılayıcı bir yanıt. Aslında huyum olmamasına, bu tür yazılanlara gülüp geçmeme, yazanlara yüreğimde bir yere verip susmama rağmen bu sefer öyle yapmamayı seçtim. Ben de doğrudan yazının sahibini hedef alan, adıyla hitap ettiğim bir şeyler yazdım ve bir başkası daha girdi konuya ve bir öteki derken epey uzadı bizim yazışmalar.

Sonra sayfasını işgal ettiğim ve ettirdiğim için Hasan’ı aradım ve özür dilerim. O meğer biz öyle karşılıklı atışırken rahat rahat koltuğuna yayılıp maç izliyormuş. Helal OL’sun. Benim yapmam gerekeni o yapıyordu işte.

İşte bu yazdıklarım da o atışmalardan sonra şekillendi kafamda.

Hasan aslında “kalbi dışarıda doğan ve ameliyatla durumu düzelebilecek bir çocuğun ailesine hekimlerin sunduğu bir öneriyi dile getiren gazete haberine karşılık” yazmış o dediklerini ve asıl vurgulamak istediği de paranın dünya üzerindeki etkisi, insanların para karşısındaki tavırlarıymış.

Aklıma yıllar önce bir öğrencime anlattıklarım geldi. O da para ve cinsellik konularına takılmış farkında bile olmadan kendini Yüce Yaratan’a şirk koşan “ben Allah OL’saydım parayı da seksi de dünyaya koymazdım, bunlar insanları kötü kılıyor” demişti.

Onunla aşağıdakine benzer bir diyalog geçti aramızda (aslında monologtu da diyebiliriz ya neyse ):

“- Bak canım, öncelikle onlar insanları kötü kılmıyor, kendi içlerinde var olan ve orada olduğunu görmeyi reddettikleri “kötü” diye adlandırılan ve daha da doğrusu yargılayan kısımları açığa çıkarıyor. Bu arada para ve seks birbirlerine çok benzerler. Varlıkları da yoklukları da birer olgunlaşma deneyimi sunan çok güçlü araçlardır. O yüzden varlar. Cinselliği Yüce Yaratan bu sebepten dolayı bilerek ve isteyerek yarattı ve aynı sebepten dolayı parayı yaratan insana bunun için yaratma izni verdi.”

“- Nasıl yani?” parayla cinselliğin nasıl benzerlikleri olabilir ki?”

“- İkisinin de yokluğunda elde etmek için büyük çaba harcar insan çünkü her ikisi de sağlıklı ve kaliteli bir yaşamın olmazsa olmazlarıdır ve elde ettikleri andan itibaren aynı zorlukları bir daha yaşamamak adına korumaları, saklamaları gerektiğine inanırlar.

Kadınlar örneğin, -kısmen- özgürce cinselliklerini yaşayabildikleri son 30 yıl öncesine dek ille de evlenmek isterlerdi. Bu isteklerini “bir yuva kurmak” maskesi altına saklar, kızışan bedenimi ancak böyle sakinleştirebilirim düşüncelerini ise yok sayarlardı.

Aslında birçok kadın hala aynı durumda. Bir adam yakalasam, hem benim bakımımı üstlense hem de canım her istediğinde, her kızıştığımda… der de bunu kendine bile itiraf etmez durumdadır. Bu yasaktır, ayıptır, günahtır en azından kadına yakışmaz ölçüde adice, bayağıdır…

Binlerce yıldan bu yana kadını kilit altına alıp sonra da gereksinme duyduğunda bunu para, armağan ile kandırma, yetmediğinde zorbalık veya tecavüzle elde eden erkek de aslında her istediğinde bu dürtüsünü tatmin edecek düzenli bir partner arayışında olduğunu inkar etti. Cinsellik erkeğin elinin kiri idi de ellerini yıkayacak musluk ve su kısıtlıydı nedense.

Yüce Yaratan kadını dişil ve erkeği eril enerjilerin ağırlıklı olduğu fiziksel bedenlerde yarattı. Eksik kalsınlar, tamamlanmaya gayret etsinler, zorlansınlar ve zorlanırken de kendi potansiyellerini keşfedebilsinler diye.

O yüzden belli bir fiziksel erişkinliğe ulaşan kadın da erkek de daima karşı tarafa çekim duyar. Bu elinde değildir. İçindeki tamamlanma dürtüsü aynı zamanda bu tamamlanmanın yolunu da bilen tohumu taşımaktadır. O tohum kişiyi tamamlanabileceği tarafa doğru iter, dürter, çeker.

İnsanların tek içsel tohumu yoktur. Burada, dünyada, zıt kutupların bütünlüğü içindeki dengeyi aramaya yönelik sayısız oyun aracı ve bunların da zihnin gerisinde çalışan birer çekirdek işlemcisi vardır.

Günah kavramını ön plana çıkararak korku salan ve cinselliği yaşarken de suçluluk yaratan böylesi bir çekirdek işlemci taşıyan insan bir yandan çaresizce tamam olmaya çalışırken öte yandan tamam olduğu AN’da hemen suçluluk duymaya, cehennem ateşleri hayal edip orada yanacağından korkmaya başlar. Ta ki tekrar eksik kaldığını hissettiren dürtüler harekete geçinceye kadar tövbekârdır, kimseye yaklaşmaz, harama uçkur çözmez ve zamanı gelince eksiklik duygusu o kadar derinleşir ki her türlü cezaya razı gelir ve senaryoyu yeniden yaşar.

Bu kısırdöngüden kurtulmak için helal ve kalıcı, emre amade bir partner bulmak iyidir. Özellikle günah konusunda daha fazla yüklenilen kadın cinsinden olanlar için.

Kadın olsun, erkek olsun, tamam olmak için dürtülerin ne dediğini bir kez tamam olduktan sonra daha iyi kavrar ve bu kavrama halinden sonra o dürtülerde bir de artış olur. Dürtü aslında enerjisel anlamda yoğunlaşmış sakral güç merkezinde biriken titreşimsel kabartının ilgili merkezde olağanın üstünde bir hareketlilik sağlamasından kaynaklanır.

Benzer titreşimler birbirlerine çekilirler yasası gereği benzer durumdaki karşı cins insanları karşılaştıklarında isteseler de istemeseler de birer mıknatıs gibi birbirlerine çekilmeye başlarlar. Enerjileri ne kadar benziyorsa o kadar çok çekim duyarlar.

Bu durum aslında bir tınlaşım konusundan ibarettir. Birinin enerjisi örneğin 35 – 37 ve diğerinin ki de 33 – 35 hertz aralığındaysa ortak titreşim olan 35 hertzin çekim gücü kadar birbirlerine doğru dürtülürler. En yüksek dürtüler eş titreşim aralığındadır ve hiçbir ortak titreşimleri yoksa bir araya gelseler de bu hal o çekimi sağlamaz aslında. Bu durumda yine de beraber olurlarsa bu sadece zihinsel bir gereksinmenin dayatmasının sonucudur ve her iki taraf da tatmin olmaz veya olsa da tamamlanmışlık duygusuna erişmez. Bu sadece fiziksel boyutta bir sekstir, fazla hormonu atmaya yararsa da duygusal anlamda daha fazla boşluk duygusu yaratır.

Bu nedenle ister kadın olsun ister erkek, taraflar kendi titreşim aralığında ve fiziksel, zihinsel ve duygusal yani tam ve bütünsel bir enerji tamamlanması sağlayan bir partner bulduklarında onu bırakmak istemez sıkı sıkı sahiplenirler. Bu ilişkinin cinsellik açısından süper ve yaşamsal açıdan berbat olmasına sebep olan ve bugün boşanmaların çoğalmasına da neden olan haldir aslında.

Şimdi paradan söz edelim. Para eksikliğini duyduğumuz ne varsa onu bize sağlayan bir araçtır. Bu şey yiyecek, giyecek, barınak gibi temel gereksinmelerden biri de olabilir, lüks tüketim maddeleri hatta az önce sözünü ettiğim cinsellik bile olabilir.

Zihnimizde para ile yarattığımız düşüncelerin bir frekans aralığı vardır. O frekans aralığı ne kadar yüksek titreşimli ve genişse o kadar para bize doğru çekilir, biz de ona aynı ölçüde çekildiğimizden tıpkı aynı frekans aralığında buluşan bedenler gibi zihinle para da bir yerde buluşurlar.

Kişi fakirliğin hatta yoksunluğun erdem sayıldığı toplumlardan birinde yetiştiyse, parayı kirli, gereksiz, anlamsız hatta kötü bile bulabilir. Bu açıdan bakınca para hakkındaki düşüncelerinin frekansı çok düşük, aralığı da çok dar olacaktır. Çekim gücü de buna bağlı olduğundan o kişi farkında bile olmadan parayı itecektir. Oldu da bir şekilde bir gün o frekans aralığını ani bir şekilde genişletti diyelim, hoop mesela piyangodan ikramiye kazanır ve hemen eski aralığa döneceğinden kısa zamanda da kaybeder. Kaybeder çünkü “geç buldum çabuk kaybetmemeliyim” düşüncesiyle veya daha önce sahip olduğu para ile ilgili programına geri dönmüş, aralığı dapdar etmiş, o parayı kendisinde tutan mıknatısın gücünü ya çok zayıflatmış ya da sıfırlamıştır çoktan.

Bir başkası yavaş yavaş yükselerek para kazanacağına inandığından (bu düşünceye sahip olduğundan) ilgili titreşimsel aralık da kademeli olarak artar ve o da buna düz orantılı olarak giderek daha fazla para kazanmaya başlar. O daha başarılı olduğu için sistem tarafından ödüllendirildiğini düşünen birisidir ve bu başarın sonsuz olmayacağını da biliyordur. Parayı çeşitli yatırım araçlarına aktarır ve bir zaman sonra eksilmeyen ama aynı zamanda artamayan da bir para miktarı ile emekli olur.

Eksiklik hissettiğimiz ne varsa onu parayla alabileceğimizi bilip alamadığımızda parayı suçlarız. “Zaten bana gelmez ki” deriz. O yüzden tıpkı uygun cinsel partner gibi parayla da çok ciddi sınavlara girer kazandıklarımızı korumak adına hep kaybedeceğimiz ya da en iyimser halle rölantide kalacağımız haller yaratır sonra da bu sırrı çözmüş kişileri kıskanıp çeşitli yollarla yargılar, dışlarız.” demiştim.

Onun soracak başka sorusu yoktu. Anlamış ve bu bilgileri hayatına katmaya karar vermişti. Şimdi kendi işi var, evlenmekten vazgeçti, kendine uygun bir partnerle birlikte yaşıyor ve ona sıkı sıkı sarılıp hayatlarını zindan etmiyor. Haa! Bir de ortalama yıllık geliri oldukça çok sıfırlı.

Şimdi dünkü yazışmalarda ortaya konan ve parayı kendi hayatlarının dışında tutacak düşüncelere sahip insanların argümanlarına bir göz atalım:

Spiritüel şifacılar para almadan çalışmalılar.

Yok, olmaz para almadan bu işi yapsalar onlar nasıl geçinecekler?

Tıp camiası parası olmayanları bedava iyileştirmeli.

Yok, tıp camiası bu işi yapabilmek için Ar-Ge kapsamında milyarlarca dolar harcıyor, nereden bulacak?

Para almalıyım diyen şifacı haklıdır ancak parası olmayana şifa vermiyorsa şifacı değil tüccardır.

Kazandığınız para insan sağlığı üzerinden geliyorsa, azsa, sizin lüks masraflarınızı karşılayacak kadar değilse buna göz yumabiliriz.

Kazandığım/kazandığın paranın bir kısmını bağışlamayı beceriyorsam/beceriyorsan o para bana/sana helaldir, aksi halde…

Marka giymek lükstür ve lüks tüketim çocukların geleceğinden çalar.

Bilgi parayla satılmamalı, satılması aslında cennetin parayla satılmasıyla aynı değerdedir.

Spiritüel anlamda gelişmiş gezegenlerde bir hastalık söz konusuysa ve bunu çözecek bilgi varsa bu bilgi sadece parası olanlara mı sunulur?

İlgili dostların konudaki düşünce aralıklarını görebildiniz mi? Dar bile değil. Bu işi yapmaya kalksalar aç ve tabii başka iş yapmak zorunda kalırlar.

Burası dünya gezegeni. Başka yerlerde ne oluyor bilen yok. Birileri kanallık bilgilerini temel alıp başka gezegenlerde bizden daha uygar/spritüel/gelişkin varlıklar olduğuna inanıyorsa bu bütün bunlara inananlar için gerçektir. Saygı duyar, düşüncesini ve kendisini onurlandırır ve yüreğimde bir yer veririm. Aslında ben de buna inanıyorum ve aynı zamanda daha da başka yerlerde bizim kadar bile uygarlaşamamış, primitiflikte önde bayrak rap rap yürüyen başka varlıkların da olduğuna inanıyorum. Ancak inanmak başka, bilmek başka, doğrusu şu ki bu konuda ben de tıpkı diğerleri gibi ancak kanallıkla gelen bilgiler kadar alimim :P.

Kanallık bilgilerini doğru kabul ederek olaya bakalım o zaman. Bu bilgilerde en fazla üzerinde durulan, şiddetle vurgulanan en önemli gerçeklik gezegenimiz olan dünyanın tüm evrenler içinde en özel oyunla yaşamın başladığı bir yer olduğu yönünde.

Biz aynı yaşayan, hareketli varlığın (insan) hem eril hem dişil kutuplu enerji taşıdığı tek yaşam alanında yola çıkmışız yıllar önce. İyilik de konulmuş içimize kötülük de. Bir yanımız çok güzelse, fiziksel ya da zihinsel ve ille de göze çarpacak kadar çirkin bir yanımız da varmış mutlaka. Seven yanımız ne kadar güçlüyse korkan yanımızda o kadar derinmiş, vs…

Bütün bu çift kutupluluğun amacı, özel bir deneyi, iyi ile kötünün iç içe yaşandığı bir enerji alanında enerjinin nasıl gelişeceğini saptamak böylece teoride bilinen realiteyi fiziksel alanda deneyimleyerek genişlemiş biliş haline geçmekmiş.

Bizden önceki nesillerde sık sık sınavlar olmuş ve enerji sıkıştırılıp bizlerin topyekün yönelimlerinin bu sıkışıklıkta ne yana olacağına bakılmış ve her seferinde yıkıcı, benmerkezci, zarar verici yönü yeğlediğimizden oyun yeniden başlatılmış ve bu sefer ki de son denemeymiş.

Her halde son deneme sözü korkutmuş olmalı ki bu kez enerji dengesinde ibreyi beklenen yöne çevirmeyi başarmışız ve uzayın bir yerlerinde bizim gezegenimizdeki oyunu örnek alan yeni bir yaşam alanı kurulmuş ve burada yükseliş adı verilen yolu yeğlemeyenler de dâhil pek çok varlık orada yaşamak üzere harekete geçmiş.

Yani oyundan bıkmamış olanlar orada aynı oyunu oynamaya devam edeceklermiş, bu arada oyunla birlikte tekâmül edenler de burada kalıp, burada Yüce Yaratan’ın bizim için tasarladığı cennette BİR’lik ve BÜTÜN’lük içinde yaşamaya devam edecekmişiz.

Gelişkin yaşam alanları dediğimizde aklınıza hep olumlu yönde ilerlemiş ve olumsuz yönlerini yenmiş varlıklar mı geliyor? Yok, öyle değilmiş durum. Oralarda doğanların karşı enerjiyi kendi gezegenlerinde ve kendi cinslerinden olan varlıklar eliyle deneyimlemesi olası değilmiş. Örneğin Hasan’ın sözünü ettiği Siriüs’te sadece Yüksek Titreşimli (pozitif) enerjilere sahip varlıklar doğabiliyormuş ve uzun, çok uzun yıllar yaşamalarına rağmen, kendi iç dünyalarında zorlayan sıkıştıran dersler olmadığından tekâmülleri yani titreşim aralıklarını yükseltebilmeleri çoooooook uzun zaman alıyormuş.

Oralarda bizim kendi içimizdeki iyi/kötü savaşı gezegenler arası ordular eliyle yapılıyormuş. Yani Siriüs’te mesela …. milyon pozitif titreşimli, paylaşımcı, yükselterek dönüştürme teknolojisine sahip, öldürmeyen, yaşatan, dirilten, ileri uygarlık sahibi varlık varmış.  Bir başka gezegende aynı güce sahip negatif titreşimli, olanı kendine saklayan, alçaltarak kendine benzetme yoluyla dönüştürme teknolojisine sahip, becerebildiği ölçüde öldüren, hasta eden teknolojilere sahip varlıklar varmış ve savaş bu iki tür arasında olduğundan tekâmül çok yavaş ilerliyormuş. Gezegenler arası bu titreşimsel paylaşımla sağlanıyormuş iki kutup arasındaki denge.

En son galaksimizin asi çocukları olarak adlandırılan Orion Gezegeni varlıkları negatif yönde sürdürdükleri tekâmülde “sıfır” noktasını aşmayı başarıp milyonlarca yıl süren savaşı sona erdirerek Galaktik Birliğe bağlanmışlar…

Yine aynı bilgilerden anlıyoruz ki onlar cinselliği bizim gibi BİR ve BÜTÜN olmak için kullanmıyorlar, üreme gereksinmeleri de az ve zaten bu nedenle cinsellikle fazla alakaları da yok.

Her iki yöndeki varlıklarda da düşünsel yaratma yeteneği yüksek, eksiklik hissetmelerine sebep olacak programları yok ve bizim gibi fiziksel olarak beslenmeye, örtünmeye ve barınmaya da gereksinme duymuyorlar.

O zaman parayı ne yapacaklardı? Yapacakları bir şey olmadığından yaratmadılar belki de…

O uygarlıklar da özgür seçim yeteneği yokmuş, bizde var. O uygarlıklarda tekâmül için bizim katlandığımız zorluklara göğüs germek yokmuş bizde var. O uygarlıklarda kendi kaderinin ana hatlarını kendi istediğin gibi çizmek ve yaşam içinde canın öyle istediğinde bunu değiştirmek yokmuş, bizde var.

Biz farkında olsak da olmasak da bilinçli seçimlerimizden çok daha fazlasını bilinçaltı ve hatta bilinçdışı ile yapıyoruz. Bunca yıllık deneyimlerimin arasında ağzıyla “iyileşmek hatta bu halden tamamen ayrılmak istiyorum” deyip de ruhsal düzlemde yaptığımız alan çalışmasında “hastalığına, fukaralığına, acizliğine” yapışıp kalan, hatta bu hallerine“seni seviyorum, ben sensiz olamam” diye ağlayan o kadar çoklarını gördüm ki… (Alan çalışması da nedir diyenlere: http://www.derki.com/sifacilik/item/2125-aile-sergisi ).

Karşınıza çıkan o şifacı “paran yoksa şifa da yok” derken belki de size içinizin en derin, en karanlık köşesini gösteriyor, duaya gelmeyen imam, içinizdeki başka bir parçaya işaret ediyordur.

Yukarıda bir yerlerde, bazılarına “siz kendinizi kim sanıyorsunuz da para almayı reddediyorsunuz” diye sorduğumu belirtmiştim. İşte o insanlar “ben bunu Allah Rızası için yapıyorum” dediklerinde bu sözün nereye gittiğini bilemeyecek kadar sistemin karanlığında kalmış kişilerdir.

Öncelikle “Allah Rızası” aramak aslında cennetin anahtarına ulaşmaya çabalamaktan ibarettir. Cennete başkalarını rencide ederek, onların ruhsal veya zihinsel alandaki özgür seçimlerini hiçe sayarak girebileceklerini sanan bu safdiller gerçekten ruhsal alanlarında ne yaptıklarının bilgisini taşırlar ve oradan gelen dürtüyü de hissederler. O dürtüyü hissedenler, kendi duruşlarındaki eksikliği örtbas edebilmek -farkındalık dışı- arzusuyla kendileri gibi davranmayanlara kızarlar. Diğerinin bilinçli veya bilinçdışı seçimine saygılı olan kişiyi yargılar, diğerleri önünde rencide etmeye gayret ederek kendilerine alan yaratırlar.

“Yardım etmenin düzenleri” vardır ve o düzenlerin dışına taşanlar mutlaka bedel öderler. Bedel ödemek deyince pek çoğunun aklına Yüce Yaratan’ın onlara ceza vereceği geliyor. Oysa YY bu işe zaman ayıramayacak kadar meşgul olacağını bildiğinden, işi daha baştan sıkı tutmuş ve içimize kendi ışığından bir parça koyup bir de yanına vicdan eklemiştir. İçimizdeki ilahi ışığın gölgelendiği her seferinde vicdan devreye girer ve o gölgeyi yaratan parçamızı görüp onurlandıracağımız AN’a kadar o gölgenin karanlığını içimizden dışımıza, fiziksel dünyamıza projekte eder. Biz o gölgenin karanlığını itibar, para, huzur, sağlık veya benzeri bir şeyin kaybı olarak deneyimleriz ki durup içimize, orada OL’AN neyse ona bakalım. Bakıp düzeltirsek ilahi ışık yeniden parlar, vicdan susar, görmezsek gölge artar, vicdan konuşmayı bırakıp haykırmaya başlar, kayıplar da çoğalır.

Şimdi ben soruyorum, sizin için, sizin talebinize uygun olarak ve yardım etmenin düzenlerini bozmadan, özgür seçimlerinize saygı duyarak dua eden, size kendi yaşamsal enerjisini veren, her hangi bir sorununuzu çözmenizde destek vermek üzere ömrünün en az 6 saatini veren birine borçlandığınızda ne yapmayı düşünüyorsunuz.

Nefesiniz yetmez ki dua edin, gücünüz yetmez ki şifa verin. Onun içindeki bütünlükten size akan bütünlüğe neyle karşılık vereceksiniz ve bu karşılığı verirken ölçüyü sağlayacak miktarı hangi birimle ve neye göre tartarak kararlaştıracaksınız.

Siz gidin o imama, o şifacıya sorun ne istiyorsa onu verin ki alış veriş gönül rızasıyla orantılansın, veremediğinizde de bunun kendi seçiminizin bir sonucu olduğunu, imamla, hekimle, hemşireyle, psikoterapistle, spritüel şifacıyla ilgisi olmadığını bilin J. Özgür seçiminiz başka yönde olmasına rağmen size bir şey vermeyecek kadar saygılı OL’duğu için de teşekkür edin.

Var OL’AN her şeye % 100 EVET


Yazar: Zeynep Alan sevil Güven

Kaynak:derki

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder