İkinci adımda o gün için istediklerimİ, beklediklerimi dille
getiriyorum. Bunları OL’sun diye niyazda bulunarak dile getirmek yerine “Yüce
Yaratan bugün sağlığımı, bereketimi, anlayışımı, sevgimi, huzurumu ve güvenimi
% 100 de tutmama izin verdiğin ve bunu sağladığın için sana hamd OL’sun”
tarzında istediklerimin zaten orada olduklarını bilen, iman eden parçamla
birlikte ortaya koyuyorum.
Üçüncü adımda “Var OL’AN her şeye % 100 EVET, her şeye
izinliyim” deyip EVET ağına kendi ışığımı bir kez daha gönderiyorum ve son
olarak da herkesin en büyük derslerinden ikisi olan cinsellikle paraya sıra
geliyor. Bu ikisi için “dünyadaki tüm cinsellik yaşam modellerini, paraları ve
kendi cinselliğimle paramı onurlandırıyorum” diyerek basit ve –bence çok-
etkili sabah ibadetimi tamamlıyorum.
Parayla olan ilişkimi düzeltebilmem yıllarımı aldı benim.
Son olarak yaklaşık 1,5 ay önce Inner Speak Eğitimi ikinci aşamasının son
gününde bana yapılan uygulama çalışmasında “artık maddi sorun kalmadı” mesajı
aldığımda fark ettim ki bütün iyi niyetim, bilgim, inancım ve onurlandırma
kapasiteme rağmen hala bir yanım yoksulluktan korkuyor ya da yoksulluğa
yöneliyor. En azından o güne dek öyleymiş…
Cinsel kısım hala çözüm bekliyor.
Para ve cinsellik üzerine kim bilir kaç âlim, kim bilir kaç
senden beri, ne söylemlerde bulundular, ne açıklamalar yaptılar ve ne kadar çok
onurlandırdılar da içimizdeki paradan korkan, parayı kirli, zenginliği
kötülere/sömürgenlere ilişkin bulan, para kazananı bir yandan kıskanırken öte
yandan da yargılayan, dışlayan tarafımızı tam olarak iyileştiremediler.
Kimimiz “bana nereden gelecek” diyerek, bir diğerimiz “para
hayır işinde kullanılmayacaksa neye yarar” önermesini sürdürerek, başka birimiz
“bize verilen paranın hangi yoldan kazanıldığına bakmak lazım, kursağımıza
haram sokmamalıyız” inancını vurgulayarak bu konuda kendimizi derste, sınavda
tutmaya devam ettik.
Özellikle sağlık harcamaları söz konusu olduğunda para
kavramıyla olan ilişkimiz kavga seviyesine varacak tartışmalara sebep oluyor.
Hekimlerin ve hastanelerin, ilaç şirketlerinin, tıbbi araç gereç
üretenlerin/satanların aldıkları paralar sürekli başka sektörlerde çalışan
diğerlerinin kıskançlıklarına ve tepkilerine maruz kalmakta.
İlahiyat ve enerji şifası ile uğraşan kişiler ise para
vermek istemeyenlerin, verenlere bozulan, kırılan hatta öfkelenenlerin hedef
tahtası konumundalar.
Adam İlahiyat Fakültesine gitmiş, camiye imam olmuş, sıra,
bayram, cenaze namazı kıldırıyor ve maaşını da devlet ödüyor. Güzel, hak
ettiğini, en azından devletin bu konuya ayırdığı bütçedeki payını alıyor. Çoğu
zaman lojman verilen bu insanlar küçük yerlerde yaşıyorlarsa o parayla
gerçekten geçinme şansına sahipler. Tabii geçinmeyi sadece beslenmek ve ayıp
örtecek kadar giyinmek anlamında kullanıyorsak…
İmamın çocuğu özel okul kazanırsa, burs veren birini
bulamadığı durumda orada okuyamaz örneğin. Babasının yıllık maaşı ancak okulun
yıllık ödemesi kadarken adam çocuğunu hele hele birden fazla varsa nasıl orada
okutacak ki?
Bulunulan yerin eşrafından biri gelir imamı eve duaya davet
eder. Sofralar kurulmuş, şerbetler dağıtılmaktadır. İmam gün içinde görevini
yerine getirmiş, çalışması gereken saatler kadar çalışmış ve akşam eşine,
çocuklarına ayıracağı, dinleneceği özel zamanını eşraftan Eşref efendinin dualı
davetine yine de ayırmıştır. Kazara “gelirim de ücreti ne olacak bu hizmetin”
dese yanar, kül olur, dışlanır, yuhalanır ve “bu işler Allah Rızası için
yapılır, elimizde olandan veririz elbet bir şeyler ama rakam söylemek olmaz”
sözleriyle yargılanır. İş bitiminde Eşref Efendi’nin insafına göre eline bir
şeyler verilirse de gelecek toplantıya yandaki kasabanın imamı çağrılır.
İmam ilk, orta ve liseden sonra bir de üniversiteye gitmiş,
yaşamının en az 16 yılını eğitimine ayırmış ve meslek olarak imamlık seçmiştir.
Madem imam olmuştur Allah Rızası için yaşamak, çoluk çocuğunu devlet okulunda
okutup devlet hastanesinde tedavi ettirmelidir. O insan değil, imamdır…
Bir de adına spritüel dedikleri için dinsel, tinsel, semavi
olan ne varsa onlarla birlikte adlarının anılması gerektiği sanılan şifacılar
var. Onların durumu imamlardan da beter. Devletin onların yaptığı işle ilgili
bir kabulü, dolayısıyla kadrosu da yok. Kendi yaşamlarını bir iş yaparak
kazanmak, barınma, beslenme, örtünme ve başka ne varsa yaşamlarını sürdürmek
için gerekli olan bu yaptıkları işten kazandıkları parayla yapmak zorundalar.
Çocukları o paradan okuyacak, varsa yaşlı anne babaları o paradan
desteklenecek…
Şifacıların bazıları doğuştan şifacıdır. Yani bu gruptakiler
psişik yetenek sahibidirler ve onların bu yeteneği başkalarına sağlık katkısı
olarak işlev görür. Bazıları ise şifacılık için eğitim alırlar. Bu eğitimler
için batı dünyasında kurulmuş devlet okulları olmadığından kendi eğitimlerini
kendileri finanse etmek, özel kurslar, bu alanda hizmet veren az sayıda ve çok
pahalı özel üniversitelere gitmek ya da bu işlerin yaygınca uygulandığı
Uzakdoğu ülkelerinde uzun zaman geçirerek eğitimlerini tamamlamak
durumundadırlar.
Şifayla destekleyen kişi ister doğuştan yetenekli olsun
ister sonradan eğitim almış olsun kendi zamanını ayırır diğeri için. Gerçekten
destekleyecekse, tam bir uygulama yapacaksa diğerine ayıracağı süre her kişi
için en az 1 saattir. Ortalama bir şifa seansı 1,5 saatten aşağı değildir genelde.
Şifacı örneğin Reiki gibi “sadece kanallık ediyorum,
yorulmuyorum” dediği bir yolla kişiye destek sağlayabilir. Bunun için, kişinin
danıştığı her bir konu için en az 4 seans uygulamak durumundadır. Konunun
bilinçaltı kayıtlarının temizlenmesi her biri 1,5 saat kadar süren 4 seanstan
daha azında arınamaz.
Başka bir şifacıdan söz edelim. Daha önemli ve derin
konularda çalışsın, daha çok bilgiyle yaklaşmak zorunda olduğu karmaşık ve uzun
zaman gerektiren bir yöntem seçsin. O da en az 4 seans uygulama yapacaktır.
Kısacası şifayı veren, ister kolay ister zor bir yöntemi kullanmayı yeğlesin
var olan bir gerçek vardır ve o hiç değişmez. Şifacı kendisine ayırabileceği en
az 6 saati bir başkasına destek vermek için ayırmaktadır. Ayrıca çoğu zaman kendi
yaşamsal enerjisini destekleyen böbreklerindeki depoyu boşaltmakta, kendine ait
öz ışığı başkasına sunmakta ve belki de ömrünü kısaltmaktadır.
Bu işin nasıl yapıldığını bilmeyenler ahkam keserler. “Şifa
yoktur” dese kabuldür, onurlandırılır ve Ortodoks tıbbına yönlendirilir. Zor
olanlar şifanın varlığını kabul edenlerdir. Kabul ederler etmesine de, bu işin
öğrenilmesi, öğrenildiğinde ustalaşılması, ustalaşıldığında yeni yollar
yöntemler geliştirmek için ne kadar emek harcandığını bu işe girmeden kimse bilemez.
Bilemez bilmesine de, insanların imamlara, şifacılara çok
değer verdiği, yaşam ucuz ve kolay olduğu için onların tüm gereksinmeleri
karşıladığı dönemlerden kalma bir alışkanlıkla olduğunu bilmeden konuşur. Kötü,
kırıcı, aşağılayıcı konuşur.
“Spiritüel şifacı para almamalıdır, Allah rızası için
yapmalıdır, ben böyle düşünüyorum” der mesela. Bir başkası çıkar ve “para
alıyorsa o şifacı değil tüccardır” deyiverir. Diğer bir söylemi seçeni,
“şifacılar lüks hayat yaşamak için insan kazıklayanlardır” demekten hiç
çekinmez.
Alabildiğine alaycı, olabildiğince acımasız ve yargıcıdırlar
bunları dile getiren, yazıya döken insanlar. Para alan şifacılara, yüksek ücret
talep eden hekimlere, hastane ve benzeri kurumlara, hatta varlığını sürdürmek
için evden çıkamayan hastalara gelip iğne yapmak, altlarını temizlemek gibi
sağlıklı kalabilmeleri için olmazsa olmaz ve kendilerinin asla yapamayacağı
işleri yapıp birkaç lira talep eden hemşirelere, hastabakıcılara bile her
ortamda laf atar, içlerini rahatlatırlar.
Aslında bu konuda daha önce de defalarca yazıp çizdim, para
almayanlara “siz kendinizi kim sanıyorsunuz da para almayı reddediyorsunuz”
diye bile sordum. Bu kısmına da geleceğim az sonra ancak önce bu yazıyı yazmama
sebep olan durumdan söz edeyim birazJ. Bir de o durumun ortaya çıkmasına sebep
olan ilk haberin kendimce yorumlarından…
Bir haftadır Bodrum’da evimdeyim ve dinleniyorum. Bizim
dinlenmeden kastımız öyle ayak çatıp oturmaktan biraz farklı elbette. Kah kitap
okuma kah nette bilgi araştırma ve hatta ara sıra birkaç satır da yazma
eylemini ben dinlenme olarak adlandırıyorum. Ne de olsa kendi mesleğimle ilgili
bir şey yapmıyorum ve o konuda enerji tüketmiyorum ya! (Mesleği yazmak olanlar
alınmasın, bu işin ne kadar zor olduğunu ve aldıkları her kuruşu hak
ettiklerini biliyorum. Benimki meslek değil de amatör yazıcılık işte, o yüzden
dinlenirken yazıyorum dedim.)
Baktım sevgili genel yayın yönetmenimiz Hasan “Sonsuz”
Çeliktaş’ın Facebook sayfasında birkaç satır yazı var. Başlangıç tümcesindeki
ikinci sözcük Siriüs olunca ilgimi çekti. Okudum ve güldüm. Aynen aşağıya kopyalıyorum: “-Mesela
Siriuslüler, gezegenlerinde mevcut bir hastalığı şifalandırma yeteneğine sahip
olsunlar ama parası olmayan Siriüslüleri ölüme terk etsinler. Bir de
"Kusura bakmayın, bu hastalığın tedavisi çok pahalı siz en güzeli yardım
kampanyası düzenleyin, yoksa hastanın helvasına geliriz" zihniyetinde
olsunlar hani. Böyle bir durum Dünya dışında mümkün müdür acep?”
Belliydi ki Hasan yine bir yerlerdeki bir konuya kafayı
takmış, kısa bir yorum yapmış ve başı sonu belli olmayan bu yorumu da duvarının
tepesine eklemiş. Tabii bunu okuyan bazıları da hemen altına bir cevap
yapıştırmış. İşte o spiritüel şifacılara giydiren cinslerden birkaç satır.
Acımasız, bilgisiz ve yargılayıcı bir yanıt. Aslında huyum olmamasına, bu tür
yazılanlara gülüp geçmeme, yazanlara yüreğimde bir yere verip susmama rağmen bu
sefer öyle yapmamayı seçtim. Ben de doğrudan yazının sahibini hedef alan,
adıyla hitap ettiğim bir şeyler yazdım ve bir başkası daha girdi konuya ve bir
öteki derken epey uzadı bizim yazışmalar.
Sonra sayfasını işgal ettiğim ve ettirdiğim için Hasan’ı
aradım ve özür dilerim. O meğer biz öyle karşılıklı atışırken rahat rahat
koltuğuna yayılıp maç izliyormuş. Helal OL’sun. Benim yapmam gerekeni o
yapıyordu işte.
İşte bu yazdıklarım da o atışmalardan sonra şekillendi
kafamda.
Hasan aslında “kalbi dışarıda doğan ve ameliyatla durumu
düzelebilecek bir çocuğun ailesine hekimlerin sunduğu bir öneriyi dile getiren
gazete haberine karşılık” yazmış o dediklerini ve asıl vurgulamak istediği de
paranın dünya üzerindeki etkisi, insanların para karşısındaki tavırlarıymış.
Aklıma yıllar önce bir öğrencime anlattıklarım geldi. O da
para ve cinsellik konularına takılmış farkında bile olmadan kendini Yüce Yaratan’a
şirk koşan “ben Allah OL’saydım parayı da seksi de dünyaya koymazdım, bunlar
insanları kötü kılıyor” demişti.
Onunla aşağıdakine benzer bir diyalog geçti aramızda
(aslında monologtu da diyebiliriz ya neyse ):
“- Bak canım, öncelikle onlar insanları kötü kılmıyor, kendi
içlerinde var olan ve orada olduğunu görmeyi reddettikleri “kötü” diye
adlandırılan ve daha da doğrusu yargılayan kısımları açığa çıkarıyor. Bu arada
para ve seks birbirlerine çok benzerler. Varlıkları da yoklukları da birer olgunlaşma
deneyimi sunan çok güçlü araçlardır. O yüzden varlar. Cinselliği Yüce Yaratan
bu sebepten dolayı bilerek ve isteyerek yarattı ve aynı sebepten dolayı parayı
yaratan insana bunun için yaratma izni verdi.”
“- Nasıl yani?” parayla cinselliğin nasıl benzerlikleri
olabilir ki?”
“- İkisinin de yokluğunda elde etmek için büyük çaba harcar
insan çünkü her ikisi de sağlıklı ve kaliteli bir yaşamın olmazsa olmazlarıdır
ve elde ettikleri andan itibaren aynı zorlukları bir daha yaşamamak adına
korumaları, saklamaları gerektiğine inanırlar.
Kadınlar örneğin, -kısmen- özgürce cinselliklerini
yaşayabildikleri son 30 yıl öncesine dek ille de evlenmek isterlerdi. Bu
isteklerini “bir yuva kurmak” maskesi altına saklar, kızışan bedenimi ancak
böyle sakinleştirebilirim düşüncelerini ise yok sayarlardı.
Aslında birçok kadın hala aynı durumda. Bir adam yakalasam,
hem benim bakımımı üstlense hem de canım her istediğinde, her kızıştığımda… der
de bunu kendine bile itiraf etmez durumdadır. Bu yasaktır, ayıptır, günahtır en
azından kadına yakışmaz ölçüde adice, bayağıdır…
Binlerce yıldan bu yana kadını kilit altına alıp sonra da
gereksinme duyduğunda bunu para, armağan ile kandırma, yetmediğinde zorbalık
veya tecavüzle elde eden erkek de aslında her istediğinde bu dürtüsünü tatmin
edecek düzenli bir partner arayışında olduğunu inkar etti. Cinsellik erkeğin
elinin kiri idi de ellerini yıkayacak musluk ve su kısıtlıydı nedense.
Yüce Yaratan kadını dişil ve erkeği eril enerjilerin
ağırlıklı olduğu fiziksel bedenlerde yarattı. Eksik kalsınlar, tamamlanmaya
gayret etsinler, zorlansınlar ve zorlanırken de kendi potansiyellerini
keşfedebilsinler diye.
O yüzden belli bir fiziksel erişkinliğe ulaşan kadın da
erkek de daima karşı tarafa çekim duyar. Bu elinde değildir. İçindeki tamamlanma
dürtüsü aynı zamanda bu tamamlanmanın yolunu da bilen tohumu taşımaktadır. O
tohum kişiyi tamamlanabileceği tarafa doğru iter, dürter, çeker.
İnsanların tek içsel tohumu yoktur. Burada, dünyada, zıt
kutupların bütünlüğü içindeki dengeyi aramaya yönelik sayısız oyun aracı ve
bunların da zihnin gerisinde çalışan birer çekirdek işlemcisi vardır.
Günah kavramını ön plana çıkararak korku salan ve cinselliği
yaşarken de suçluluk yaratan böylesi bir çekirdek işlemci taşıyan insan bir
yandan çaresizce tamam olmaya çalışırken öte yandan tamam olduğu AN’da hemen
suçluluk duymaya, cehennem ateşleri hayal edip orada yanacağından korkmaya
başlar. Ta ki tekrar eksik kaldığını hissettiren dürtüler harekete geçinceye
kadar tövbekârdır, kimseye yaklaşmaz, harama uçkur çözmez ve zamanı gelince
eksiklik duygusu o kadar derinleşir ki her türlü cezaya razı gelir ve senaryoyu
yeniden yaşar.
Bu kısırdöngüden kurtulmak için helal ve kalıcı, emre amade
bir partner bulmak iyidir. Özellikle günah konusunda daha fazla yüklenilen
kadın cinsinden olanlar için.
Kadın olsun, erkek olsun, tamam olmak için dürtülerin ne
dediğini bir kez tamam olduktan sonra daha iyi kavrar ve bu kavrama halinden
sonra o dürtülerde bir de artış olur. Dürtü aslında enerjisel anlamda
yoğunlaşmış sakral güç merkezinde biriken titreşimsel kabartının ilgili
merkezde olağanın üstünde bir hareketlilik sağlamasından kaynaklanır.
Benzer titreşimler birbirlerine çekilirler yasası gereği
benzer durumdaki karşı cins insanları karşılaştıklarında isteseler de istemeseler
de birer mıknatıs gibi birbirlerine çekilmeye başlarlar. Enerjileri ne kadar
benziyorsa o kadar çok çekim duyarlar.
Bu durum aslında bir tınlaşım konusundan ibarettir. Birinin
enerjisi örneğin 35 – 37 ve diğerinin ki de 33 – 35 hertz aralığındaysa ortak
titreşim olan 35 hertzin çekim gücü kadar birbirlerine doğru dürtülürler. En
yüksek dürtüler eş titreşim aralığındadır ve hiçbir ortak titreşimleri yoksa
bir araya gelseler de bu hal o çekimi sağlamaz aslında. Bu durumda yine de
beraber olurlarsa bu sadece zihinsel bir gereksinmenin dayatmasının sonucudur
ve her iki taraf da tatmin olmaz veya olsa da tamamlanmışlık duygusuna erişmez.
Bu sadece fiziksel boyutta bir sekstir, fazla hormonu atmaya yararsa da
duygusal anlamda daha fazla boşluk duygusu yaratır.
Bu nedenle ister kadın olsun ister erkek, taraflar kendi
titreşim aralığında ve fiziksel, zihinsel ve duygusal yani tam ve bütünsel bir
enerji tamamlanması sağlayan bir partner bulduklarında onu bırakmak istemez
sıkı sıkı sahiplenirler. Bu ilişkinin cinsellik açısından süper ve yaşamsal
açıdan berbat olmasına sebep olan ve bugün boşanmaların çoğalmasına da neden
olan haldir aslında.
Şimdi paradan söz edelim. Para eksikliğini duyduğumuz ne
varsa onu bize sağlayan bir araçtır. Bu şey yiyecek, giyecek, barınak gibi
temel gereksinmelerden biri de olabilir, lüks tüketim maddeleri hatta az önce
sözünü ettiğim cinsellik bile olabilir.
Zihnimizde para ile yarattığımız düşüncelerin bir frekans
aralığı vardır. O frekans aralığı ne kadar yüksek titreşimli ve genişse o kadar
para bize doğru çekilir, biz de ona aynı ölçüde çekildiğimizden tıpkı aynı
frekans aralığında buluşan bedenler gibi zihinle para da bir yerde buluşurlar.
Kişi fakirliğin hatta yoksunluğun erdem sayıldığı
toplumlardan birinde yetiştiyse, parayı kirli, gereksiz, anlamsız hatta kötü
bile bulabilir. Bu açıdan bakınca para hakkındaki düşüncelerinin frekansı çok
düşük, aralığı da çok dar olacaktır. Çekim gücü de buna bağlı olduğundan o kişi
farkında bile olmadan parayı itecektir. Oldu da bir şekilde bir gün o frekans
aralığını ani bir şekilde genişletti diyelim, hoop mesela piyangodan ikramiye
kazanır ve hemen eski aralığa döneceğinden kısa zamanda da kaybeder. Kaybeder
çünkü “geç buldum çabuk kaybetmemeliyim” düşüncesiyle veya daha önce sahip
olduğu para ile ilgili programına geri dönmüş, aralığı dapdar etmiş, o parayı
kendisinde tutan mıknatısın gücünü ya çok zayıflatmış ya da sıfırlamıştır
çoktan.
Bir başkası yavaş yavaş yükselerek para kazanacağına
inandığından (bu düşünceye sahip olduğundan) ilgili titreşimsel aralık da
kademeli olarak artar ve o da buna düz orantılı olarak giderek daha fazla para
kazanmaya başlar. O daha başarılı olduğu için sistem tarafından
ödüllendirildiğini düşünen birisidir ve bu başarın sonsuz olmayacağını da biliyordur.
Parayı çeşitli yatırım araçlarına aktarır ve bir zaman sonra eksilmeyen ama
aynı zamanda artamayan da bir para miktarı ile emekli olur.
Eksiklik hissettiğimiz ne varsa onu parayla alabileceğimizi
bilip alamadığımızda parayı suçlarız. “Zaten bana gelmez ki” deriz. O yüzden
tıpkı uygun cinsel partner gibi parayla da çok ciddi sınavlara girer
kazandıklarımızı korumak adına hep kaybedeceğimiz ya da en iyimser halle
rölantide kalacağımız haller yaratır sonra da bu sırrı çözmüş kişileri kıskanıp
çeşitli yollarla yargılar, dışlarız.” demiştim.
Onun soracak başka sorusu yoktu. Anlamış ve bu bilgileri
hayatına katmaya karar vermişti. Şimdi kendi işi var, evlenmekten vazgeçti,
kendine uygun bir partnerle birlikte yaşıyor ve ona sıkı sıkı sarılıp
hayatlarını zindan etmiyor. Haa! Bir de ortalama yıllık geliri oldukça çok
sıfırlı.
Şimdi dünkü yazışmalarda ortaya konan ve parayı kendi
hayatlarının dışında tutacak düşüncelere sahip insanların argümanlarına bir göz
atalım:
Spiritüel şifacılar para almadan çalışmalılar.
Yok, olmaz para almadan bu işi yapsalar onlar nasıl
geçinecekler?
Tıp camiası parası olmayanları bedava iyileştirmeli.
Yok, tıp camiası bu işi yapabilmek için Ar-Ge kapsamında
milyarlarca dolar harcıyor, nereden bulacak?
Para almalıyım diyen şifacı haklıdır ancak parası olmayana
şifa vermiyorsa şifacı değil tüccardır.
Kazandığınız para insan sağlığı üzerinden geliyorsa, azsa,
sizin lüks masraflarınızı karşılayacak kadar değilse buna göz yumabiliriz.
Kazandığım/kazandığın paranın bir kısmını bağışlamayı
beceriyorsam/beceriyorsan o para bana/sana helaldir, aksi halde…
Marka giymek lükstür ve lüks tüketim çocukların geleceğinden
çalar.
Bilgi parayla satılmamalı, satılması aslında cennetin
parayla satılmasıyla aynı değerdedir.
Spiritüel anlamda gelişmiş gezegenlerde bir hastalık söz
konusuysa ve bunu çözecek bilgi varsa bu bilgi sadece parası olanlara mı
sunulur?
İlgili dostların konudaki düşünce aralıklarını görebildiniz
mi? Dar bile değil. Bu işi yapmaya kalksalar aç ve tabii başka iş yapmak
zorunda kalırlar.
Burası dünya gezegeni. Başka yerlerde ne oluyor bilen yok.
Birileri kanallık bilgilerini temel alıp başka gezegenlerde bizden daha
uygar/spritüel/gelişkin varlıklar olduğuna inanıyorsa bu bütün bunlara
inananlar için gerçektir. Saygı duyar, düşüncesini ve kendisini onurlandırır ve
yüreğimde bir yer veririm. Aslında ben de buna inanıyorum ve aynı zamanda daha
da başka yerlerde bizim kadar bile uygarlaşamamış, primitiflikte önde bayrak
rap rap yürüyen başka varlıkların da olduğuna inanıyorum. Ancak inanmak başka,
bilmek başka, doğrusu şu ki bu konuda ben de tıpkı diğerleri gibi ancak
kanallıkla gelen bilgiler kadar alimim :P.
Kanallık bilgilerini doğru kabul ederek olaya bakalım o
zaman. Bu bilgilerde en fazla üzerinde durulan, şiddetle vurgulanan en önemli
gerçeklik gezegenimiz olan dünyanın tüm evrenler içinde en özel oyunla yaşamın
başladığı bir yer olduğu yönünde.
Biz aynı yaşayan, hareketli varlığın (insan) hem eril hem
dişil kutuplu enerji taşıdığı tek yaşam alanında yola çıkmışız yıllar önce.
İyilik de konulmuş içimize kötülük de. Bir yanımız çok güzelse, fiziksel ya da
zihinsel ve ille de göze çarpacak kadar çirkin bir yanımız da varmış mutlaka.
Seven yanımız ne kadar güçlüyse korkan yanımızda o kadar derinmiş, vs…
Bütün bu çift kutupluluğun amacı, özel bir deneyi, iyi ile
kötünün iç içe yaşandığı bir enerji alanında enerjinin nasıl gelişeceğini
saptamak böylece teoride bilinen realiteyi fiziksel alanda deneyimleyerek
genişlemiş biliş haline geçmekmiş.
Bizden önceki nesillerde sık sık sınavlar olmuş ve enerji
sıkıştırılıp bizlerin topyekün yönelimlerinin bu sıkışıklıkta ne yana olacağına
bakılmış ve her seferinde yıkıcı, benmerkezci, zarar verici yönü
yeğlediğimizden oyun yeniden başlatılmış ve bu sefer ki de son denemeymiş.
Her halde son deneme sözü korkutmuş olmalı ki bu kez enerji
dengesinde ibreyi beklenen yöne çevirmeyi başarmışız ve uzayın bir yerlerinde
bizim gezegenimizdeki oyunu örnek alan yeni bir yaşam alanı kurulmuş ve burada
yükseliş adı verilen yolu yeğlemeyenler de dâhil pek çok varlık orada yaşamak
üzere harekete geçmiş.
Yani oyundan bıkmamış olanlar orada aynı oyunu oynamaya
devam edeceklermiş, bu arada oyunla birlikte tekâmül edenler de burada kalıp,
burada Yüce Yaratan’ın bizim için tasarladığı cennette BİR’lik ve BÜTÜN’lük
içinde yaşamaya devam edecekmişiz.
Gelişkin yaşam alanları dediğimizde aklınıza hep olumlu
yönde ilerlemiş ve olumsuz yönlerini yenmiş varlıklar mı geliyor? Yok, öyle
değilmiş durum. Oralarda doğanların karşı enerjiyi kendi gezegenlerinde ve
kendi cinslerinden olan varlıklar eliyle deneyimlemesi olası değilmiş. Örneğin
Hasan’ın sözünü ettiği Siriüs’te sadece Yüksek Titreşimli (pozitif) enerjilere
sahip varlıklar doğabiliyormuş ve uzun, çok uzun yıllar yaşamalarına rağmen,
kendi iç dünyalarında zorlayan sıkıştıran dersler olmadığından tekâmülleri yani
titreşim aralıklarını yükseltebilmeleri çoooooook uzun zaman alıyormuş.
Oralarda bizim kendi içimizdeki iyi/kötü savaşı gezegenler
arası ordular eliyle yapılıyormuş. Yani Siriüs’te mesela …. milyon pozitif
titreşimli, paylaşımcı, yükselterek dönüştürme teknolojisine sahip, öldürmeyen,
yaşatan, dirilten, ileri uygarlık sahibi varlık varmış. Bir başka gezegende aynı güce sahip negatif
titreşimli, olanı kendine saklayan, alçaltarak kendine benzetme yoluyla
dönüştürme teknolojisine sahip, becerebildiği ölçüde öldüren, hasta eden
teknolojilere sahip varlıklar varmış ve savaş bu iki tür arasında olduğundan
tekâmül çok yavaş ilerliyormuş. Gezegenler arası bu titreşimsel paylaşımla
sağlanıyormuş iki kutup arasındaki denge.
En son galaksimizin asi çocukları olarak adlandırılan Orion
Gezegeni varlıkları negatif yönde sürdürdükleri tekâmülde “sıfır” noktasını
aşmayı başarıp milyonlarca yıl süren savaşı sona erdirerek Galaktik Birliğe
bağlanmışlar…
Yine aynı bilgilerden anlıyoruz ki onlar cinselliği bizim
gibi BİR ve BÜTÜN olmak için kullanmıyorlar, üreme gereksinmeleri de az ve
zaten bu nedenle cinsellikle fazla alakaları da yok.
Her iki yöndeki varlıklarda da düşünsel yaratma yeteneği
yüksek, eksiklik hissetmelerine sebep olacak programları yok ve bizim gibi
fiziksel olarak beslenmeye, örtünmeye ve barınmaya da gereksinme duymuyorlar.
O zaman parayı ne yapacaklardı? Yapacakları bir şey
olmadığından yaratmadılar belki de…
O uygarlıklar da özgür seçim yeteneği yokmuş, bizde var. O
uygarlıklarda tekâmül için bizim katlandığımız zorluklara göğüs germek yokmuş
bizde var. O uygarlıklarda kendi kaderinin ana hatlarını kendi istediğin gibi
çizmek ve yaşam içinde canın öyle istediğinde bunu değiştirmek yokmuş, bizde
var.
Biz farkında olsak da olmasak da bilinçli seçimlerimizden
çok daha fazlasını bilinçaltı ve hatta bilinçdışı ile yapıyoruz. Bunca yıllık
deneyimlerimin arasında ağzıyla “iyileşmek hatta bu halden tamamen ayrılmak
istiyorum” deyip de ruhsal düzlemde yaptığımız alan çalışmasında “hastalığına,
fukaralığına, acizliğine” yapışıp kalan, hatta bu hallerine“seni seviyorum, ben
sensiz olamam” diye ağlayan o kadar çoklarını gördüm ki… (Alan çalışması da
nedir diyenlere: http://www.derki.com/sifacilik/item/2125-aile-sergisi ).
Karşınıza çıkan o şifacı “paran yoksa şifa da yok” derken
belki de size içinizin en derin, en karanlık köşesini gösteriyor, duaya
gelmeyen imam, içinizdeki başka bir parçaya işaret ediyordur.
Yukarıda bir yerlerde, bazılarına “siz kendinizi kim
sanıyorsunuz da para almayı reddediyorsunuz” diye sorduğumu belirtmiştim. İşte
o insanlar “ben bunu Allah Rızası için yapıyorum” dediklerinde bu sözün nereye
gittiğini bilemeyecek kadar sistemin karanlığında kalmış kişilerdir.
Öncelikle “Allah Rızası” aramak aslında cennetin anahtarına
ulaşmaya çabalamaktan ibarettir. Cennete başkalarını rencide ederek, onların
ruhsal veya zihinsel alandaki özgür seçimlerini hiçe sayarak girebileceklerini
sanan bu safdiller gerçekten ruhsal alanlarında ne yaptıklarının bilgisini
taşırlar ve oradan gelen dürtüyü de hissederler. O dürtüyü hissedenler, kendi
duruşlarındaki eksikliği örtbas edebilmek -farkındalık dışı- arzusuyla
kendileri gibi davranmayanlara kızarlar. Diğerinin bilinçli veya bilinçdışı
seçimine saygılı olan kişiyi yargılar, diğerleri önünde rencide etmeye gayret
ederek kendilerine alan yaratırlar.
“Yardım etmenin düzenleri” vardır ve o düzenlerin dışına
taşanlar mutlaka bedel öderler. Bedel ödemek deyince pek çoğunun aklına Yüce
Yaratan’ın onlara ceza vereceği geliyor. Oysa YY bu işe zaman ayıramayacak
kadar meşgul olacağını bildiğinden, işi daha baştan sıkı tutmuş ve içimize
kendi ışığından bir parça koyup bir de yanına vicdan eklemiştir. İçimizdeki
ilahi ışığın gölgelendiği her seferinde vicdan devreye girer ve o gölgeyi
yaratan parçamızı görüp onurlandıracağımız AN’a kadar o gölgenin karanlığını
içimizden dışımıza, fiziksel dünyamıza projekte eder. Biz o gölgenin
karanlığını itibar, para, huzur, sağlık veya benzeri bir şeyin kaybı olarak
deneyimleriz ki durup içimize, orada OL’AN neyse ona bakalım. Bakıp düzeltirsek
ilahi ışık yeniden parlar, vicdan susar, görmezsek gölge artar, vicdan
konuşmayı bırakıp haykırmaya başlar, kayıplar da çoğalır.
Şimdi ben soruyorum, sizin için, sizin talebinize uygun
olarak ve yardım etmenin düzenlerini bozmadan, özgür seçimlerinize saygı
duyarak dua eden, size kendi yaşamsal enerjisini veren, her hangi bir
sorununuzu çözmenizde destek vermek üzere ömrünün en az 6 saatini veren birine
borçlandığınızda ne yapmayı düşünüyorsunuz.
Nefesiniz yetmez ki dua edin, gücünüz yetmez ki şifa verin.
Onun içindeki bütünlükten size akan bütünlüğe neyle karşılık vereceksiniz ve bu
karşılığı verirken ölçüyü sağlayacak miktarı hangi birimle ve neye göre
tartarak kararlaştıracaksınız.
Siz gidin o imama, o şifacıya sorun ne istiyorsa onu verin
ki alış veriş gönül rızasıyla orantılansın, veremediğinizde de bunun kendi
seçiminizin bir sonucu olduğunu, imamla, hekimle, hemşireyle, psikoterapistle,
spritüel şifacıyla ilgisi olmadığını bilin J. Özgür seçiminiz başka yönde
olmasına rağmen size bir şey vermeyecek kadar saygılı OL’duğu için de teşekkür
edin.
Var OL’AN her şeye % 100 EVET
Yazar: Zeynep Alan sevil Güven
Kaynak:derki
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder