Sadece acı çekerken veya sıkıntılı ya da gerilimli iken, hiç
değişmeyen bir görev gibi ve hep bir şeylerin beklentisiyle yalvarıp yakarmanın
ve bir bakıma yaranma çabasının adı ‘ibadet’tir. Varoluşa şükranlarımızı sunma
ise ‘dua’dır.
Sözcük ve terimler konusunda en güvenilir kaynak olması
gerekirken, sürekli kavram kargaşaları yaratarak zihinleri bulandıran, dilimizi
anlaşılmaz hâle getiren TDK Türkçe Sözlük, bu konuda da her zaman olduğu gibi
yanlış aktarımlarına devam etmiş görünüyor. Şöyle ki; ‘ibadet’ sözcüğü için;
“1. Tanrı buyruklarını yerine getirme, Tanrı’ya yönelen saygı davranışı,
tapınma. 2. Ayin, kült.” açıklamasını yapmış. Ama ‘dua’ sözcüğü için, yine her
zamanki özensizliği ile, neredeyse aynı açıklamayı vermiş. O da; “1. Yakarış.
2. Tanrı’ya yalvarma, yakarış için söylenen dinî metin.”
Dilerseniz önce dilbilimsel (grammatic) ve anlambilimsel
(semantics) bakımlardan itirazlarımızı sıralayalım. Aksi halde yanlış
anlamalara neden olan kargaşayı biz de sürdürmüş oluruz.
Bir defa dua, ‘yakarış’ değildir.
Semavî ama zamanla şekilselleştirilmiş dinlerdeki gibi
‘kişileştirilmiş’ bir tanrısı veya tanrıları olmayan din ve
inançların mensupları diğerlerinin anladığı biçimde ibadet etmezler, ama dua
ederler; edebilirler.
Şamanik dinlerin, pagan veya doğa dinlerinin mensupları da
dua
ederler, edebilirler. Ancak o tür dinlerde de bilinen ve TDK
Türkçe Sözlük’ün tanımladığı anlamda ibadet yoktur.
Hiçbir biçimde tanrı kavramına sahip olmayan din ve
inançların
mensupları da dua ederler, edebilirler.
Dua için ortada mutlaka belirli bir metnin olması da
gerekmez.
Kısacası dua, tanrıya, tanrısal bir güce veya
kişileştirilmiş bir yaratıcıya inanma şartı olmaksızın da yapılabilen bir
şeydir. Oysaki ibadet için mutlaka ‘kişileştirilmiş’ ve ‘muhatap alınabilir’
bir ‘tanrı figürü’nün olması gerekir. Ondan bir şeyler talep edileceği için var
olmalı ve ancak ‘ona’ ibadet edilmelidir. Veya nedensel olarak tersi de
doğrudur; sürekli bir şeyler talep edilip hiç durmaksızın kulluk gösterisinde
bulunulduğu için böyle bir kavramsallık kabul edilerek iman edilmiş ve ona
zihinlerde seçkin bir yer ayrılmıştır.
Özetlersek; ibadet ile karıştırılan ve ona benzetilip onunla
birlikte yapılan ‘dinsel anlamdaki dualar’ çok çeşitli olabilmektedir. Yakarışlar;
yardım dilemeler; affedilme ve bağışlanma talepleri; en üstün veya en kutsal
olan doğaüstü güçten tamamen ritüelik olarak ve sürekli yinelenir biçimde,
kendisi ile yakınları için bir şeyler yapılmasını (veya yapılmamasını) isteme;
dilek gerçekleşmiş ise hoşnutluk göstererek teşekkür etme; gerektiğinde,
dileğin ya da talebin yerine gelmesi durumunda kurban ya da adak adama veya
bağış yapma sözü verme… Bütün bunlar sürekli olarak ibadet ile karıştırılan
sözde-dualardır ve daima içinde sanal bir ‘karşılıklı ilişki’ kurgusu
barındırırlar. Tanrı tarafından gözetilip korunduğuna inanmak hem
rahatlatıcıdır hem de ‘diğerlerine rağmen’ kendi kendini yüceltmektir.
İnananlar için bundan büyük teselli yoktur. Dilekleri olursa tanrıya şükredilip
yüceltilir; olmazsa zaten yapacak bir şey yoktur; ‘kader’ ya da ‘takdîr-i
ilâhî’ denilip geçilir.
İbadet ‘kendimiz’ içindir; bilemediğimiz, bir anlamda sanal
ve kişileştirilmiş bir güce yapılır; özünde kayırılma veya ayrıcalık bekleme
amacıyla ona, kendimizin ve buyruklarını izlemekte olduğumuzun
hatırlatılmasıdır. Yani hep şunlar söylenir: “Ben buradayım, senin kulunum,
seni seviyorum, senden (ebedî cennetin dahil) ‘şunları ve şunları’ diliyorum;
lütfen sen de beni gözet ve yakarmalarımın karşılığını gönder”. Bu durum sevgiden
çok korkunun öne çıktığı ya da daha baskın olduğu bir ruh hâlinin yansımasıdır.
Tamamen bu değil midir; ya da bundan başka bir şey olduğunu söyleyebilir
misiniz? Kaldı ki dinsellere göre bu da yetmez. Onlara göre ‘en doğru inanç’
gibi, ‘en doğru ibadet’ de kendi yaptıklarıdır. Diğerlerinin tümü de eksiktir
veya yanlış, hattâ günahtır. Tanrı sadece ‘onun yaptığı’ ibadeti ‘makbul
sayacak’tır. Çünkü kendininki bütün diğer dinlerin, inançların, mezheplerin,
tarikatlerin, kollarınkinden çok daha üstünü ve en doğrusudur.
‘Dua’ ve ‘şükür’ ise tüm Varoluş içindir ve içinde
kendimizin de olduğu ‘Bütün’e ve ‘Birliğe’ yönelik bir şükran ve minnetin
ifadesidir. Gerçek dualardaki hâkim unsur ‘evrensel şefkat’ ve ‘katışıksız
sevgi’dir. O nedenle içsel barış, manevî gücün zeminini oluşturur; onun
sağlayacağı huzur da tekâmülün yolunu açar. Sevgisiz, şefkatsiz, huzursuz,
kargaşa veya beklenti içerisindeki zihnin şefkatli olabilmesi mümkün değildir;
çünkü gerilim içindedir ve ister istemez az veya çok ‘çatışmacı’dır. Sevecenliğini
yitirmiştir, empati kuramaz. O zaman da kısmen ‘bencil’ olması kaçınılmazdır.
Kaldı ki böylesi zihinlerde, yapısal sorunlar nedeniyle içsel güç boşa
harcanır, özgüven büyük ölçüde yitirilmiş durumdadır. Bu tür zihinlerin bir
başka karakteristiği, değişim ve gelişime direnç göstermeleridir. Oysa ki
gelişime direnenin yakınmaya hakkı olmamalıdır. Çünkü dünya ile ilgili
algılarımız öncelikle zihinlerde değişir ve yine o sayede ve önce orada
geliştirilebilir.
Bütün ibadetler az ya da çok riyâ içerir; çünkü onlarda
beklenti vardır, ‘karşılıklılık’ esastır ve hiçbir şey bilinmeden yapılır.
Karşılık gözetmeyen gerçek dualarsa samimidir. Dua, bir aşk hâlini algılama ve
Varoluş’a yanıt olmalıdır. Bu tıpkı sevginin koşulunun ‘koşulsuzluk’ olması
gibidir. Koşulsuzluk, öncelikle benliğin aşılmış olmasına bağlıdır... Sonra da
‘sanal-kendi’ni (ego) unutmuş olmaya. Dikkat edilirse bunun da sufîlerle
Tao/Zen geleneğinin ortak söylemlerinden birisi olduğu görülecektir. Üstelik
katışıksız sevgi yaratıcıdır da... Ama ‘yaratıcılık’ sözcüğünden kimileri
öylesine korkar ki. Böylesi bir sözcük kullanıldığında telaşlanır, tanrıya
adeta ‘şirk koşulmuş’ olunduğunu varsayarlar. Çünkü öyle inandırılmışlardır.
Oysaki doğa her an yeni şeyler yaratır, oluşturur; sanki ya da görünüşe göre
yoktan vâreder gibidir. İnsanlar da gerçekte duyuları ve algılarının
yardımıyla, zihinsel birikimlerinin edinilen yeni bilgilerle etkileşimiyle, bir
takım çıkarımlamalara erişip daha önce bilinmeyen veya düşünülmemiş yepyeni
fikirler ve oluşumlar ortaya çıkarmazlar mı? İnsan, doğanın, (adına her ne
derseniz deyin) boşluğun, sonsuz varoluşun şuurlu bir bileşeni olduğuna göre
onda da ‘yaratıcılık’tan, üstelik geliştirilebilir bir parça bulunmasından daha
doğal ne olabilir? Yaratıcılık her şeyden önce bilinçli bir süreç’tir. İmgeleme
ile başlar; doğayla, varoluşla doğru iletişim kurulabilirse, süreç doğru işler
ve sonunda olumlu düşüncelere, planlamalara ve oluşumlara erişilebilir.
İçsel varlığımızdaki tanrısallıkla; sınırsız sevginin,
şefkat ve merhametin o tek ve aslî kaynağının bizdeki yansımasıyla ne kadar
doğru ve olumlu ilişki kurabilirsek her defasında daha üst zihinsel boyuta
erişebiliriz. Kimileri buna ‘yüksek benlik’ diyebilir, daha üst ‘biliş düzeyi’
diyebilir, hattâ daha üst boyutlara ‘erişme’ de diyebilir. Biz, böylesi
‘hâl’ler için ‘farkındalıktaki artış’ söylemini yeğliyoruz. Nedeni, bu
durumlara ancak süreklilik sağlanabildiğinde ‘tekâmül’ denilebilmesidir. ‘Anlık
erişim’ler de kuşkusuz iyidir, ama sürekli ya da daha kalıcı olamadıklarında,
her an ‘ulaşılabilir’ hâle getirilmediklerinde sadece gelip geçici algı
durumundan farkı kalmaz; çünkü henüz yeterince özdeşleşilememiş,
bütünleşilememiş ve ‘bir olunamamış’tır. Oysa ki o bir ‘aşk hâli’dir. Yüksek
benliğin, tesadüfen değil, bilinçli farkındalığıdır. Farkındalık bilinçli
olduğunda, deneyimimiz kalıcılık kazanabilir ve ancak kalıcılık ya da
süreklilik arzettiğinde ‘geliştirilebilirlik’ özelliğini de kazanmış olur. İşte
ancak o zaman kişiliğimizin bir parçası olur ki gerçekte bu niteleme de
eksiktir. Çünkü buradaki benlik anlamındaki kişilik değil; bütünleşmeye ya da
birlik bilincine erişebilecek duruma gelmişliğin (‘sanal-kendi’nden
vazgeçmişliğin) zihin hâlidir.
Bu aşamada artık yaşamımızın, alışılmışın dışında bambaşka
bir anlama sahip olduğunun şuurlu farkındalığına erişmişizdir. İçimizde akıp
duran enerjinin varlığını da, evrendeki ortak yaşam enerjisiyle nasıl buluşup
ilişkili olduğunu da gözlemlemişizdir. Hattâ bir bakıma biz de artık kanal
olmaya başlamışızdır. Yani önce ‘kanal’ oluşturulur, sonra ona dahil
olunabilir. Bu süreçte zamanla değer yargılarımız, seçimlerimiz değişir; yaşama
ve ölüme dair kaygılarımız yokolur, tutkularımızsa eriyip giderler. Sonunda
ortada ne yargı kalır ne de seçimler...
Bu yoldaki en büyük yardımcınız meditasyondur. Meditasyon
gevşeyip rahatlama ve yoğunlaşıp odaklanma ile başlar; imgeleme, onaylama,
bağışlama uygulamalarıyla sürer; tüm düşüncelerden ve nihayetinde zihinden
kurtulmanın sağladığı farkındalıkla devam edip gider... Sonrası..., sonrası herkesin
kendine, seçtiği yönteme, uygulama biçimine ve sıklığına...ve bunların tümünün
niteliğine ile uygunluğuna bağlıdır.
Öylesine kalıplaşmış, zihinselleşmiş ve adeta sıradanlaşarak
törensel hâle gelmiş ibadetlerle ne kadar içli-dışlı olunursa, giderek önce
kendimize, sonra görünür-görünmez ya da bilinir-bilinmez olan doğaya ve
nihayetinde Varoluş’a o kadar yabancılaşırız. Zihinlerde hep bir belirsizlik ve
bilinemeyene sözde-hürmet sürüp gider. Sıradan ibadet bağımlılık yapar, zaten
dinadamlarınca istenen de öyle olmasıdır. İbadet etmek de onu ihmal etmek de,
olası biçimsel yanlışlıklar ve noksanlıklar nedeniyle gerçekte sürekli bir
tedirginlik nedenidir. Çünkü bir ‘borcun ifası’ gibi görülür. Hep bir telaşla,
adeta bir görev gibi, önceden tasarlanarak, ritüeline uygun biçimde ve gizli
kalmış arkaplan korkularıyla iç içe geçmiş olarak ‘icra edilir’. Üstelik bir
‘fârıza’dır, yani ‘boynunuzun borcu’dur; yapay ve sözde-inancın ‘olmazsa
olmazı’dır, bir ‘mükellefiyet’tir.
Dua ise özgürlük verir, içebakış sağlar; o nedenle de huzur
ve dinginlik nedenidir. Sıradan, aşırı biçimde kodlanmış ve programlanmış
halde, inananlara bir anlamda görev gibi dayatılmış olan türdeki ibadet, hep o
önceden belirlenmiş kurallara uygun sözler söyleme, bir takım sıralı eylemlere
uyma ve onları ‘zamanlı olarak’ izleme zorunluluğu, ister kabul edelim isterse
etmeyelim zihnimizi sürekli gerilim içinde tutar.Üstelik eğer yanlış yaparsak
beklentilerimiz ‘karşılanmayabilir’ de. Sonuçta tedirginlik, endişe ve beklenti
içindeki böylesine ‘gerilimli’ bir zihin hiçbir zaman ‘dinginleşemez’.
Peki, bu mantığa göre, yalvarıp yakardığımız ve o sırada
kendisine yöneldiğimizi varsaydığımız Tanrı, bizleri hem de bizden daha iyi
‘bilmiyor’ olabilir mi? Eğer inanıyorsak, kim olduğumuzu, arzularımızı,
özlemlerimizi, hattâ tüm göstermelik davranışlarımızın ardındaki gerçek
kimliğimizi bilmiyor mudur? O vakit kendimizi durmaksızın hatırlatmamızın, bazı
şeyleri sürekli tekrarlayıp, karşılığında da hep bir şeyler talep etmemizin
anlamı ve yararı olabilir mi? Bazen hiçbir şey söylemeden ve tek söz etmeden de
dua edilebilir; yani tıpkı meditasyon gibi. O nedenledir ki kimi ustalar,
“Tanrıya ne söyleyebilirsiniz ki; o zaten sizin bütün söyleyeceklerinizi,
söylemek istediklerinizi bilir” diyorlar. Yoksa acaba bir şeyleri kendi
kendimize hatırlatma ihtiyacı mı duyuyoruz… Birlik bilincine erişirken
‘sözcükler aşılmalıdır’ derken de, ‘kendini bulmak, kendini unutmaktır’ derken
de kastedilen bu değil midir? ‘Yapay-benliği’ni unutabilenlere ne mutlu…
Kimileri de ‘imanını güçlendirmek için’ tanrıya yakarırlar ki, biraz ince
düşünürsek bunun ‘iman ısmarlama’dan başka bir şey olmadığı fark edilecektir.
Oysa ki hiçbir erdem zorla kazanılamadığı gibi, edinilmesi de başka bir yere
veya makama bağlı değildir. Öyle kazanıldığı varsayılan erişimler ancak gelip
geçici, ya da ‘anlık’ olabilirler...
Şimdi bir adım daha atalım ve sorgulayalım: Kimi eylem ve
edimlerimizin günah olduğunu ve sonucunda cezalandırılacağımızı, buradaki
yaşamımızı düzene koyan o yazılı tanrı buyruklarını ve kutsal kitaplardaki
hükümleri kabul ediyor ve onlara ‘iman ediyor’ muyuz? O halde bütün bunları
bile bile neden günah işlemeye devam ediyor, dinin kurallarına, tanrının
buyruklarına karşı gelebiliyoruz? Demek ki ya ‘gerçekte inanmıyor’, ya da
‘umursamıyor’ veya işimize gelmediği zaman ‘ciddiye almıyoruz’… Hiç kendimizi
aldatmayalım, yani dinsel esaslar, ritüeller ve kurallar gerçekte bir türlü
yürekten inanmadığımız; çünkü gerçekliklerine de, neden o şekilde ve o sıklıkta
uygulanmaları gerektiğine de bir türlü akıl erdiremediğimiz şekilselliklerdir.
Şuurla inanan dindarlar amaca, neden-sonuç ilişkisine bakar, biçimselliklerin
kendilerine ne getirdiklerini ve neleri alıp götürdüklerini özgürce ve
farkındalıkla irdelemek isterler.
Kendimizle ‘temas kurmayı’ başaramadıkça ‘barışık’
olabilmemiz de mümkün değildir. Kusur arasak her şeyde bulabiliriz ki esasında
hiç de sevecen olmayan ve hoşgörüden yoksun böylesi bir davranış ‘hangi niyetle
baktığımıza’ ilişkin bir durumdur. Kendimizle ilişkinin ilk adımı önce
kendimize hitap edebilmektir. Bu yapılmadıkça duygularımızı; arzu, bağımlılık
ve tutkularımızı doğru değerlendiremez; zihnimizi masaya yatırıp ona özgür ve
tarafsız biçimde yaklaşamayız. Özeleştiriden ve empatiden yoksunluk, arınma ve
aydınlanma ile aramızdaki en büyük engeldir.
Başlangıçta alışılmış ya da geleneksel inançlarımızla
çatışmamalıyız. Böylesi bir durumun onları güçlendirme olasılığı söz konusudur.
Olası çelişkilerimiz zaten zaman içerisinde ve hakikatin ışığı karşısında
aşınacak, belki önceleri sadece bir miktar örselenecek, ama zamanı geldiğinde
aşamalar hâlinde tekâmül edilerek ‘bilinçle dönüşüm’ sağlanacaktır.
Farklı inançlara saygılı olabilmemizin derecesi, esasında
hoşgörümüz yanında içsel gelişmişliğimizin de göstergesidir. Farklı görüş,
inanç ve anlayışların ruhsal dünyamız üzerinde çok olumlu etkileri vardır. Bu
sayede toleransımız artar, ruhsal enerjimiz akışkanlık kazanır; bu özellik
bizlere önce daha ‘lateral’, zamanla ise daha ‘derinliğine’ düşünüp
değerlendirme yeteneği kazandırır. Ayrıca bu sayede aynı evrensel kaynaktan
gelen farklı akımların insanlar, topluluklar ve toplumlar üzerindeki olumlu ya
da olumsuz etkilerini irdeleyebilecek olgunluğa erişebiliriz. O nedenledir ki
değişik inanç ve anlayışları inceleyebilmiş kişiler diğerlerinden daha
anlayışlı ve hoşgörülüdürler.
*****
Birinin mutlu ve huzurlu, esenlik içinde olmasını istemek
duadır; ama illâ ki ‘benimle mutlu olmalı’ derseniz o artık dua olmaktan
çıkmış; sırasıyla sadece sıradan bir dilek, kişisel arzu ya da içinde acı ve
ıstırabı da barındırabilen bir tutku olmuştur. Yani tıpkı gerçek sevginin
‘bağlanma’ ya da ‘sahiplenme’ ile karıştırılmış olması gibidir. Sonuç olarak;
dua evrensel ve bilinçseldir, şiddetli arzu ya da ihtiras ise kişisel ve
zihinseldir. Bu ayrımın farkında olmak sıradan zihinler için hiç de kolay
değildir.
Bu konu ile ilgili olarak sık rastlanan ama çokça da
karıştırılan bir örnek verelim. Aşk, arzuladığımız bir varlıkta bulabileceğimiz
tada susamak mıdır? Nedendir bilinmez ama, gündelik dildeki ‘aşk’ kavramının en
güzel tanımlarından birinin bu olduğu söylenir. Sık sık âşık olunabilir mi; ya
da arada bir sevgili değiştirmek ve bunların tümünün de ‘düzeyli bir ilişki’
olduğunu ilan etmekle gerçekte âşık olduğumuzdan söz etmiş olur muyuz? Ya da
aşkın bir ‘etiği’ var mıdır? Âşık olduğunuzda veya olduğunuzu sandığınızda
dünya size nasıl da ‘bir başka’ görünür; oysa ki o yine ‘o andaki’ sıradan ve
‘aynı dünya’ değil midir? İşin içine ‘sahiplenme’ duygusu karıştığında ne kadar
çirkinleşebildiğini ve artık bambaşka bir şeye dönüştüğünü fark edebiliyor
muyuz? Yani, gerçekten sevebiliyor muyuz, o sayede aşkın bir ‘şükür hâli’ olduğunu
fark edebiliyor muyuz…?
Çünkü şükür, hayata, Varoluş’a ve onun bahşettiklerine
duyulan hoşnutluk ve minnetin ifadesidir. Sevgi ve muhabbetle iletişim hâlinde
olmanın farkındalığıdır. Bir bakıma bilinçliliğin sürdürülmesini sağlayan ve
gönülden gelen hâl’in duyumsanmasıdır ve ruhun gıdasıdır. Bir diğer literal
anlamı da ‘nimete karşı duyulan memnunluk’tur. Öte yandan şükür, zihnin
onarılmasını, arındırılıp şefkat ve merhametle süslenmesini sağlar. O
nedenledir ki sıradan ibadetin yerini gerçek duanın; adına yanılarak aşk
dediğimiz tutkulu ve doyumsuzca sahiplenmenin yerini sevginin ve şükran
duymanın alması, Varoluş’un doğru algılanmasının yolunu açar. Bir takım
‘dayatmalar’ sonucunda zihinlerimizde yarattığımız öznel ve kişiselleştirilmiş,
biçimsel tanrı kavramı yerine; sonsuz varoluşun ve birlik bilincinin idrakimiz
ölçüsünde fark edilmesini sağlar.
Şükür aslâ bir mahzunluk, eziklik, tevekkül veya keder hâli
değildir. Oysa ki kadercilik, ezik ve zelîl olma, klasik dinselliğin insanlara
telkin ettiği, üstelik bir de kalkıp yücelttiği bir durumdur. Onlardaki
sözde-şükür boyun eğerek yapılır, bir yerde ‘acziyet’in ifadesidir. Dindarın
şükründe ise secde yerine yücelme, bunun için de öncelikle kendini tanıma,
arıtma ve yüceltme vardır. Yani dindarın şükrü bir bakıma kemâle erme yolundaki
önemli bir araçtır. Tekâmül etme sonu olmayan bir süreç ise, sonuca
koşullanmayı gözeten sıradan ibadetlerle, amacı ve sonucu güya belirlenmiş
sözde-dualarla oraya erişilemeyeceği yeterince açık değil midir…? Kaldı ki dinsellikteki
sözde-şükür’e biçimsellik ve tekdüzelik egemendir. Onların şükür yerine
koydukları eylemler ritüeliktir ve aşırı biçimde ‘kodlanmış’tır, sıradan ve
basmakalıptır. Bol süslemeli ve abartılı sözcüklerinin arka planları boştur; ya
da bilinmezliklerle, sanal kavramlarla doldurulmuştur. Başlangıçta şükre konu
nesnelerimizin farklı olması doğaldır. Ama nihayetinde Varoluşa, Tanrıya,
Hüdâ’ya… karşılık gözetmeksizin şükredebilmek gerçek ibadettir, doyumsuz bir
aşk hâlinin kısmen algılanmış olmasıdır…
Kör inanç ‘kendini kaybetme’ nedenidir, şuurlu inançsa
‘kendini bulma’ nedeni. Bu temel bir ayrımdır. Çünkü sıradan ve yapay inanç
sahipleri cehaletlerini, büyük bir kolaycılıkla törenselliklerin ve ritüellerin
arkasına gizlemişlerdir. O nedenledir ki dinsellik bir ‘takıntı’; ‘gerçek öze
dönme’ ve onunla ‘buluşma’ demek olan dindarlıksa başlı başına bir ‘erdem’dir.
Ve dindar olabilen için tanrı ‘her yerde’dir; aşk her yerdedir; o zaman tüm bir
yaşam da dua ve şükür olur…
Dileriz ki dualarınız, ibadetiniz olsun; aşkla şükrediniz;
sevgi ve farkındalıkla esen kalınız. En büyük yardımcımız, ‘Evrensel Varoluş’un
bizdeki yansıması olan ‘bilinç’, yani ‘gerçek-kendimiz’dir. Ne kadarına
erişebildiğimizden daha önemli olansa ‘yolda’ olmamızdır.
Yazar: A kerim Soley
Kaynak:derki
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder