“Hepimiz ölürüz. Amaç sonsuza kadar yaşamak değil, amaç
yaşayacak bir şey yaratmak.” - Chuck Palahniuk
Bazı soruların cevabı önceden bellidir. Bu soruları
“öğrenmek” için sorarız. Örneğin, İstanbul’dan Ankara’ya en hızlı nasıl
gidilir? gibi. Bazı soruların ise önceden belli olan bir cevabı yoktur. Bu
soruları, öğrenmek için değil, kendi özümüze uygun bir cevap “yaratmak” için
sorarız. Örneğin, “Yaşam Amacım Ne?”
sorusu işte tam da böyledir.
Bu soruyu kime sorarsak soralım, onlar ancak kendi
yarattıkları cevabı bize verebilir. Onların cevabını kabul edip, yönümüzü buna
göre belirleyebiliriz elbette ki… Ancak bu soruyu sorduran içsel dürtüyü tam
olarak tatmin etmek istiyorsak, kendi cevabımızı yaratmaktan başka seçeneğimiz
yoktur. Peki ama nasıl?
Yaratım kabiliyeti insanoğluna verilmiş en değerli hediye.
Hepimizde varolan sonsuz bir potansiyel. Ancak her potansiyelde olduğu gibi,
bunu açığa çıkarmak için gereken şey bol bol uygulama yapmak. Çocukken bunu
yapmak çok kolaydı. Çünkü uygulama yöntemimiz, doğduğumuz andan itibaren
durmaksızın yaptığımız bir şeydi; Ne mi? Elbette ki; Oyun oynamak…. Zihnimiz
neredeyse kocaman, tek bir delikten oluşan süzgeç gibiydi ve yaratıcı
kaynağımız buradan özgürce akıyor ve oyun ile ifade buluyordu. Hemen hepimiz
yaratıcı fikirlerle dolup taşıyorduk. Ne yazık ki, bizler büyüdükçe, oyun
oynamayı bıraktık. Ayrıca süzgeç
deliklerimiz de gittikçe çoğaldı ve çoğalırken de herbiri küçülmeye başladı. Ve
sonunda, kaynaktan akan çok az şey farkındalığımıza gelir oldu. Doğal olarak
bizler de kendimiz hakkında şu sonuca vardık; “ben yaratıcı biri değilim…” Ne
büyük bir yanılgı!
Bu süzgeç delikleri bizim mantığımızı oluşturur ve sosyal
hayatta bunun çok da faydasını görürüz. Ancak anlamamız gereken şey şu ki; saf
yaratıcılık denen şeye mantıksal yolla ulaşılamaz. Ama mantığımız, yaratımla
hayata geçmiş fikirler doğrultusunda şekillenir. Örneğin ampul bulunmadan önce,
geceleri odalarımızı aydınlatabilecek küçük güneşlerin havada asılı
olabileceğini biri söylese, hiç mantıklı bulmaz, deli saçması der geçerdik.
Birileri bu hayali gerçekleştirdikten sonra ise, mantık zincirimize bir halka
daha eklemiş olduk.
Yaratıcılık, oyuncu ruh gerektirir. Yaptığımız iş, uğraş her
ne ise, eğer ona yaratıcılık katmak istiyorsak, sonuca kafayı takmadan eylemin
içinde olmalıyız. Nitekim oyunun skoru her ne olursa olsun, sonunda herkes
kazanır. Çünkü oyun oynanmış ve oynayan herkes de bundan keyif almıştır. Skor
hedefleri yani başarı kriterleri işin içine girdiğinde oyuncu ruh gider, yerine
kaygılar gelir. Sonucun belli kriterlere uygun olması gerektiğine dair bu
kaygılar, bizim iş yapışımızı temelinden değiştirir. Çünkü zihin durumumuz
değişir; stres seviyesi artar, güvensizlik, yetersizlik, kaybetme, başarısızlık
korkusu, vs. gibi duygular tetiklenir. Süzgeçin delikleri iyice küçülerek en
nihayetinde akışı iyice kısar ve bizi kilitler. Halbuki, yaratıcılığın rahmi
oyun ortamıdır. Yaratıcılık tohumları ancak orada beslenip büyüyebilir ve tam
da zamanı geldiğinde bu hayata doğar.
Diğer önemli bir konu da, hemen ilk atışta hedefi tutturmak
istiyor olmamız. Yaptığımız denemelerde,
hedefi birden fazla defa ıskaladığımızda, hemen vazgeçiyoruz ve bu işin bize
göre olmadığına karar veriyoruz. Eğer bize göre olsaydı, tıpkı yaratıcı
insanların hikayelerinde anlatıldığı gibi, kolaylıkla, kendiliğinden, çabasızca
hedefi tutturmamız gerektiğini zannediyoruz. Halbuki, pratik yapmak, yaratıcı
potansiyelimizi hayata geçirmemiz için
en önemli unsur. Yeterince pratik yapmadan, yaratıcı fikirleri hayata
geçiren kasımız güçlenemez. Ancak ve ancak o güçlendikçe, kendiliğinden, kolaylıkla,
akış içinde yaratımlar yapabilir seviyeye ulaşırız.
Aslında bunu daha iyi anlamak için, yaratım sürecine biraz
daha yakından bakmalıyız. Bu süreç en temelde 3 aşamadan oluşur;
1- Hayal Kurma: Hayaller, daha süzgece gelmeden önceki engin
okyanuslarda kurulduğu zaman saf yaratıcılığa hizmet eder. Çoğu insan ise bunu,
süzgeçten sonraki o sığ sularda yapmaya çalışır. Yani akla mantığa uygun,
gelecekte olmasını istediğimiz gerçekçi hayaller ya da olasılıklar üzerinden
yazılan farklı senaryoların kurgulanması gibi… Halbuki hayal kurmaktan kastettiğimiz
şey, çocukların ki gibi bir hayal dünyasıdır. Gerçekçi ya da mantıklı olup
olmaması bir fark yaratmaz. Orada, kuşlar da uçabilir, köpekler de… İnsanlar da
konuşabilir, ağaçlar da… Balıklar da yüzebilir, yıldızlar da…
2- Yaratıcı Fikir: Bu tip bir hayal dünyası içinde
dolaşırken, ansızın bişey olur! Hayal dünyası ile gerçek hayat arasında bir
kesişim yaşanır ve yeni bir bağlantı kurulur. Hatta bu durumu anlatabilmek için
kafamda kıvılcım oluştu, şimşek çaktı gibi ifadeler kullanırız. İşte bu bağlantıyı
kuran şey her ne ise, bir fikir damlası olarak süzgeç deliğinden diğer tarafa,
yani bilinçli farkındalığımıza geçmeyi başarır…
3- Yaratım/üretim: Yaratıcı fikir tek başına yeterli
değildir. Onun zihinde soyut bir kavram olmaktan öteye geçmesi ve gerçek
hayatta da algılanabilir olması gerekir. Soyut haldeki saf fikrin, belli bir
disiplin içinde şekil alması ve somut hale gelmesi, yaratım ve üretim
aşamasıdır. Belli bir disiplinde pratik yapmak, yaratıcılığın bu aşamasının
olmazsa olmazıdır. Saf fikri soyuttan
somuta geçiren bu kas ne kadar çok pratik yaptıysa, o kadar güçlüdür. Ve ancak
bu sayede, kendiliğinden otomatik hareket edebilecek kadar yetkinleşir ve soyut
fikrin orjinal haline en yakın üretimi yapabilir. Bu kas henüz güçlenmediyse,
üretimlerimiz, kafamızda canlandırdığımıza göre daha sönük kalır. Bu bizi bir
parça hayal kırıklığına uğratır. Fikrin çok da iyi olmadığını zanneder ya da
yeteneğimizi sorgularız. Halbuki, tek yapmamız gereken üretim kasımızı
güçlendirmeye devam etmektir.
Yukarıda bahsettiğim başlıkların belli bir sırada
gerçekleştiğini düşünmüyorum. Yani, önce hayal, sonra fikir, sonra üretim olur
gibi lineer bir düzenden bahsedemeyiz. Yaratıcı fikir illa ki hayal kurarak
gelecek diye bir kural elbette ki yok. Örneğin, bir durum karşısında acil çözüm
bulmamız gerekir ve bir anda kafamızda şimşek çakabilir. Hayal kurmak ise zaten
ayrı bir fenomen. Yaratıcı fikir doğurayım diye değil bundan keyif aldığımız
için hayal kurarız. Çünkü orası başka bir gerçekliktir ve orda her şey mümkündür.
Üretmeye gelince; her zaman kendi yaratıcı fikirlerimizi üretmeyiz. Bazen
ürettiklerimiz başkalarının fikirleridir. Mesela başkalarının bestelerini
enstrümanımızla çalarız ya da başkalarının söylediği gibi şarkı söyler, dans
eder yada onların kreasyonlarını kumaşa aktarırız. Böylece üretim kasımızı
güçlendiririz. Ve bu da yaratıcı fikrin oluşmasını tetikleyebilir. Sürecin nasıl işlediğini anlarsak, herhangi
bir aşamada yaşadığımız “minik yenilgiler”in bizi durdurmasına izin vermez,
bunları sürecin doğal birer parçası olarak görür ve yolumuza devam edebiliriz.
Örneğin benim en sıkıntı yaşadığım aşama üretim aşaması.
Üretim kasım ise yazı yazmak. Yazdığım yazılar çoğunlukla kafamdaki saf fikri
yansıtmaktan uzak oluyor ve bunu gördüğümde bırakıp kaçasım geliyor. Hele hele
kendi ürettiklerimi, bu alanda kendini kanıtlamış başarılı insanlarınkiyle
kıyasladığımda, tüm yazdıklarımın üzerine kocaman kalın bir çizgi çekmek,
televizyonu açıp bişeyler yiyerek kendimi iyi hissetmek ve bu hayal kırıklığı
duygusundan bir an önce kurtulmak istiyorum. Ve inanın bana bunu başarıyorum
da. Ancak bir sorun var; içimde tam olarak ifade bulmadığı için tatmin olamayan
parçam her geçen gün büyüyor, büyüyor, büyüyor… Öyle bir an geliyor ki, artık
bu tatlı kaçışlar bile eski hazzı veremiyor. Ve yeniden yazmaya koyuluyorum:)
Yaratıcılığımızı farketmemiz ve onu uzun kış uykusundan
uyandırmamız için bu aşamaların hangisinde takıldığımızı anlamamız önemli.
Takıldığımız alan her ne ise, onu aşabilmek için kendimize doğru sorular sormalıyız.
Ve sorduğumuz soruların cevabına, öğrenerek mi yoksa yaratarak mı
ulaşabileceğimizin farkına varıp, yaşamda anlam yaratma yolunda özgürce
ilerlemeliyiz.
Yaratıcılık, biz insanlar için yemek yemek su içmek kadar
hayatidir. Bunu laf olsun diye yada anlamı güçlendirmek için söylemiyorum.
İnanın bana gerçekten de hayatidir. Ve hatta ölüm-kalım meselesidir. Nasıl ki
yemek yemez, su içmezsek fiziksel bedenimiz iflas eder ve sonunda ölür ise,
yaratıcılığımızı kullanmadığımızda da, ruhumuzun bu yaşamdan aldığı haz, neşe
ve coşkuyu öldürürüz. Yaşam sevincimizi kaybederiz. Bu süreç fiziksel beden
ölümüne göre nispeten yavaş ve sinsice işlediği için, biz farkedinceye kadar iş
işten çoktaaan geçmiş olur. Tıpkı kurbağaların, içinde bulundukları suyun
ısınıp kaynadığını farkedememeleri gibi…
Ruh bu dünyada yaratım yoluyla kendini ifade eder. Her ifade
edişinde, daha da büyür, genişler, etrafa ışık saçar. Çocuklar bu dünyadaki en
yaratıcı varlıklardır ve ruhlarının ışığı pırıl pırıl parlar. Nedensiz bir neşe
ve coşku içindedirler. Onlar bu yaşamın gerçek gurularıdır.
Anlamlı bir hayat sürmek istiyorsak, hayal edelim, yaratıcı
fikirler doğuralım ve onları hayata geçirelim. Uzun lafın kısası, oyun oynamaya
devam edelim…
“Her çocuk
sanatçıdır, asıl mesele büyüyünce de sanatçı kalabilmektir.” - Pablo Picasso
Yazar:Esra Günaydin
Kaynak:derki
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder